Karanlığa uyandı. O sesle. Paatt!!
“Pat!” diye bir ses. Ne kadar da zor! Bir sesi harflerle yazabilmek. “Paattt!” Tok bir ses. Ve sessizlik. Kimse ne olduğunu anlamadı. Kanatlanıverdiler, saçaklardaki kuşlar. Bazı camlar açıldı. Kafalar uzandı etraf binalardan. Sağa sola baktılar. Şaşkın şaşkın. Ama bir şey anlayamadılar. Göremediler. Sadece bir ses. “ Paattt!!”. Hepsi bukadar! Başlar içeri çekildi. Birer birer. Pencereler tekrar kapandı. Herkes işine döndü. Sanki. Hiç birşey olmamış gibi. Hiçbirşey! Ama. Bir tek o güvenlik görevlisi. O dönemedi işine. Donakalmıştı. Binanın önünde.
Devamını okuyunuz
Bina dedim ama. Aslında. O bir binadan daha fazlasıydı. Yüzyirmi dönümlük bir “kompleks”. Çok amaçlı. Çok fonksiyonlu… Bina denilen. İş ofislerinin bulunduğu kısımdı. 128 katlı. Binadan çok heykelsi bir yapıydı. Uzaktan bakınca. Göğe doğru dalgalanıyor gibi görünürdü. Sanki bir şarap açacağı gibi. Tirbuşon! ya da burgu yani. Tasarımcı. Farklı olsun diye. Çok uğraşmıştı belli ki. Öyle ayrıntılar vardı ki. Öyle abartılı özentiler. “Tasarımcının içinde. Bir heykeltraş yatıyor” herhalde diye düşünürdünüz. Heykel yapamayınca. Binayı heykel gibi yapmış herhalde. Öyle bir yapı ki. İçerden ve dışardan. Tamamen şeffaf bir görünüm. Dışında bir cam kabuk. Dokunsan kırılacak gibi. Üstelik renk de değiştiriyor. Farklı cephelerdeki. Aydınlanma. Isınma. Soğuma durumlarına göre. Bir tür teknoloji gösterisi. Kullanmak için değil de. Göstermek için yapılmış gibi. Gösteri(ş) dünyasındayız ya! Neyse!
Ama birileri kullanacak tabii ki. Kullandığını gösterecek. “Şu dalgalı bina var ya! İşte. Ben kahvemi orada içerim”. Bunu söyleyenler. Dışardan gelen ziyaretçiler. Bir de kullanıcılar var. Onlar ne yapacak dersek. Oturacak. Ev diye. “Rezidans” yani. Birileri de çalışacak. İşyeri diye. Yani “ofis!” Birileri gezinecek. Bahçe diye. “Magic Garden” denebilir ona da. Birileri dinlenecek. Çayhanede. Pardon! Bu sözcük de kayboldu artık. Kıraathane diyebilirdik belki! Modaya yaranmak için. Ama. Café diyelim. “Secret Café!” mesela. Bazıları da havuzuna girecek. Deniz diye! Tuzsuzundan ama. Isıtılmış. Işıklandırılmış. Hatta. Deniz kokusu bile püskürtülmüş. Yosun ve iyot kokusu bir karışım. Deniz değil ama. Deniz sanılsın diye. Sanılsın… Bir makaleye göre. Deniz kokusu. Dimetil sülfit, dictyopteren ve bromofenol kokularının karışımından oluşuyormuş. Anlamadınız değil mi? Ben de anlamadım. Ama. Sonuç olarak. Bu bir kimyasal karışım. Deniz kenarına gidip. Hava toplanıp da. Stoklanamayacağına göre. Koku. Laboratuarda üretilmiş. Püskürtülüyor.. Çekin içinize!
Bu arada. Unutmayalım. Bir de. Spor yapılacak. “Fitting center” ’da. Onsuz olmaz! Bir görseniz! Ne aletler var ama! Vücüdun 639 farklı kası için. Bu sayı doğrudur. Uydurdum sanmayın. 639 farklı alet var neredeyse. Hareketler çok değişmiyor ama. Var işte. Çeşit olsun diye. Ne yaparsınız! Rekabet dünyası! Sonunda ne yapacaklar? Yatacaklar kalkacaklar. Eğilip bükülecekler. Biraz da gerinecekler. Yapabilecekleri bu kadar! Bir de yürüyecekler. Ama durdukları yerde. Hep aklıma gelir. İnsan bunu neden yapar ki? Doğru dürüst yürümek varken? Ama. Aletler müthiş. Düşünmüşler. Düşünmüşler. Ve tasarlamışlar. Kullanmamak olmaz! Annem. Bu konuyu çok iyi özetlemişti bana. “Yürü. Hareket et” derdi hep. Onun sağlık formüllerinden biri de buydu. Hareket! “Yürüyorum ya anne” derdim. “Evde, okulda..heryerde” . Kızardı bana, “Olmaz. Onları sayma. Açık havada yürüyeceksin. Tabiatın içinde. Deniz kenarına git. Kırlara çık..” diye eklerdi. Aslında. Konu hareket ise. Binadakilerin yaptıkları da. Başka bir şey değil. Onlarca aletle. Yürüyüp hareket ediyorlar. Ama. Salonun içinde. Annem bunu hareketten saymazdı. Gerçi duvarlar kır resimleriyle donatılmıştı. Açık hava sanılsın diye. Sanılsın diyorum. Gerçek yok! Sanmak var! Yani “yalancıktan”. Annem buna da kanmazdı. Hiç söylemedi ama. Eğer görseydi. “Yürümek için para mı verilir!” derdi herhalde.”üstelik de dört duvar arasında!“.
O’ da buradaydı. Annem değil tabii ki! Bay X….Burada yaşardı. Komplekste.
Devamı gelecek >>
İzleyen yazı: Kutu 2 – Bay X
Bilgi ve duygu bir arada. Okurken, gülerken gözleri doluyor insanın.
Mutluluk da anda değil anılarda olurmuş zaten. Sanırım teknolojinin en büyük katkılarından biri de bizi sık sık anılara götürmesi olacak, işlevselliğinin yanında; “hey gidi günler” diye. Kötü de sayılmaz aslında, mutluluğa götürmüş olacak bir yandan. Çelişkisi, bizi doğamızdan uzaklaştırıp da yeni mutluluk anıları yaratamayacağımızdan kaynaklanıyor olsa gerek. Böyle bir çelişki olacak mı gerçekten?!
Teşekkürler.
BeğenBeğen