Tam hatırlamasam da, yataklar çarşaflar çıkartılmış olmalı arabanın bagajından. Birileri de taşımıştır onları. Yukarılara çıkmıştık çünkü. Merdivenlerden. Ben daha, on onbir yaşlarında bir çocuktum. Etrafıma bakıp duruyordum herhalde. Nereye geldim diye! O arada gözüme ilişmişti, dikkatimi çekmişti. Kırmızı iplikle çarşafın kenarına işlenmiş olan okul numaram ve soyadım. Annemin düşüncesiydi bu sanırım. Onun el emeği. Parmaklarının izi. Hiç kıyarmıyım buna? Hala saklarım. Bu amerikan bezini..
Okumaya devam et –>
Binaya girdik. İçindeydik. Karşımızda dar uzun bir koridor uzanıyordu. Sol tarafta, yukarı çıkan merdivenler. Merdivenin yanıbaşında bir boş alan. Merdiven altı gibisinden. Sonralarda çok oynadık o küçük boşlukta. Celal ve ben. Küçücük bir tenis topuyla. Ne keyifti ama! İki üç metre kare içinde bir dünya kurmuştuk sanki!
Bir kat yukarı çıktık. Bir kat daha. Yatakhaneye doğru. Ağır ağır adımlayarak merdivenleri. Basamaklar mermerdendi sanırım. Rıhtları, iki tarafında belli belirsiz ovalleşmişti. Tabana doğru. İnip çıkılırken basıldığı için. Bir basamak kaç yılda bu şekli alır ki? Yalnızca üstüne basılarak. Onlarca yıl! Belki yüz yıldan da fazla. Koca bir tarih. Onbinlerce ayak izi. Yemeğe yetişmek için koşanların. Dersten kaytaranların. Top sahası kapmak isteyenlerin. Onbinlerce ayak izi. Dünyaya düşünce izlerini bırakanların çocukluk izleri. Gençlik izleri.
Bir an var ki, onu iyi hatırlarım. Çok iyi. Tüm ayrıntılarıyla. Mezun olana kadar da hiç unutmadım. Hiç! Annem ve ben merdivenlerden yukarı çıkıyorduk. Yukarıdan da üst sınıflardan bir öğrenci annesiyle iniyordu. Nasıl olduysa anneler sohbet etmeye başladı. Anneciğim hep sıcakkanlı olmuştur. Sorar, soruşturur, konuşur, öğrenir. Konuşmayı da o başlatmıştır herhalde. Yukardan inen annenin yüzünü hatırlamıyorum. Ama söyledikleri kulağımda asılı kaldı. Silinmedi. Belki de bana bir umut oldu. Bir hedef verdi. Bir inanç yarattı. Ne tuhaftır! Kimi zaman bir kaç sözcük, zihninize çakılıp kalıyor. Ve sizin hayatınıza yön veriyor. Sözcüklerin izi. Asla unutamıyorsunuz o sözcükleri. Söyleyen, farkında olmasa bile.
Merdivenlerden inen öğrenci okulu bitirmiş. Annesiyle birlikte gelmişler. Eşyalarını, yataklarını toplamak için. Toparlanıp gidiyorlar yani sizin anlayacağınız! Garip bir oyun bu! Birileri bitirirken diğerleri başlıyor. Ben başlıyordum. Ve şunu anladım: bitirmek için başlamak gerekiyordu. Merdivenin ilk basamağından!
Heyecanlıydık. Anneciğim de benim kadar heyecanlıydı. Beni bu büyük ve ağırbaşlı binaya teslim ederken. Yüzünden görülüyordu. Kavramaya çalışıyordu. “Bu küçücük çocuğu hangi ellere bırakıyoruz biz?” diye geçiriyor olmalıydı içinden. Bilemiyorum. Benim o andaki duygularım ise hep sıcak kaldı. O günü damla damla hissederim hala. Her damlası buruk bir tad verir. Acı mı desem acaba? Bir yanda aile sıcaklığı vardı. Yuva sıcaklığı. Uzaklaştığımı hissettiğim. Terketmekte olduğum. Annem. Babam. Kardeşim. Babaannem. Anneanem. Dedem. Amcam. Dayım. Ve daha bir dolu şey. Hayatın bir şeklinden kopmaktaydım. Kaybolmakta olanın hüznü. Gelmekte olanın heyecenı. Belki de kaygısı. İkisi arasında sıkışıp kalmıştım. Ne kadar da seviyordum mahallemi. Arkadaşlarımı. Ne içindi bu ayrılık? Bunu anlamak zor oldu benim için! İçten içe sorup durdum. “İyi bir eğitim için” diye konuşuluyordu. “İyi bir gelecek” sözcükleri çalınıyordu kulağıma. “İyi bir okul” deniliyordu. Pek de anlam veremediğim sözlerdi bunlar. Ama sonra sonra farkedecektim. Yavaştan yavaştan. Anlayabilmem ise az zaman almadı. Geldiğim bu yer sadece bir okul değildi aslında. Daha başka bir şeydi. Daha fazlasıydı. Olay ve olay kavradım bunu. Yaşadıkça. Burası da bir yuvaydı aslında. Koca bir gelecek. Bir “camia”.
Yatakhane katına çıktık. İlk onu gördüm bu okulda. “Mustafa amca” yı. Öyle hatırlarım. Aslında adı Mustafa’ mıydı, tam emin değilim. Belki de bu ismi ben yakıştırmışımdır ona. Mesela, Ceyhun desem uymazdı. Ya da Bora. Yine uymazdı. Mustafa tam da ona yakışan bir isimdi. Duruşuna. Giyimine, kuşamına. Daha fazla soru sormayın! Yakıştırdım işte! Lise yıllarında okumuştuk. Marcel Proust’ un “Sözcüklerin Cazibesi ” diye tercüme edebilceğim eserinde . Harflerle oluşan sözcük mimarisi ile fiziksel biçimin ilişkili olabileceğini. Proust, çok sayıda fransızca sözcük için bunu örnekliyordu kitabında. Ayrıntı düşkünü Proust, harflerin biçimlerine kadar derinleştirmişti gözlemlerini. Ve bir sözcüğün anlamıyla, o sözcüğün harflerinin biçimi arasındaki ilişkiyi, yakınlığı sorguluyordu.
“Hoşgeldiniz” dedi. Bize yol gösterdi Mustafa amca. Yetiştiriciler’ in yatakhanesine doğru. Orta yaşlı. Kır saçlı. Hafif mütebessim. Ciddi görünümlü. Özetle, tam bir “Mustafa”. Yatakhane katından sorumluydu. “Güven telkin eden birisi” diye mırıldanmıştı annem. İlk izlenim işte. Sanırım annemin içi rahatlamıştı. Biraz da olsa.
Gelelim annelere. Şimdi merak ediyorsunuz. Anlıyorum. Acaba iki anne aralarında neler konuştular? Konuştular da, acaba hangi sözcükler benim çocuk zihnimde çakılıp yer etti? Hani o hiç unutamadığım sözcükler var ya! Onlar! Bana güç veren. Merak ediyorsunuz. “Benim oğlum okulu bitirdi. Şu merdivenlerden ilk çıktığımız günü düşünüyorum da..Sanki daha dün gibi. Sekiz yılın nasıl geçtiğini anlamadık bile! Göreceksiniz. Bir gün gelecek, siz de nasıl geçtiğini anlamadan, yatakları toplamaya geleceksiniz.” Aşağı yukarı buydu söyledikleri. Bu kadar basitti. Ama, bu yalnızca bir söz değildi. Yaşanmış bir örnekti. Olmuş ve bitmişti. O an anladım ki, bu da bitecekti. Bunun da bir sonu vardı. Zaman, zaten geçecekti. Bana düşen basamakları çıkmaktı. Ağır ağır. Sindire sindire. Çocuksu şüphelerim bir bir dağıldı gitti. Başlıyordum. Bitirecektim. Ovidius‘ un, yıllar önce söylediklerini hissettim bir an için: ” Ya başlamamalı, ya da bitirmeli.”
Öyle de oldu! Dolu dolu sekiz yıl geçirdim. Ve gün geldi, ben de yatakları toplayıp ayrılmak zorunda kaldım oradan. Aynı merdivenlerden indim. Ovalleşmiş rıhtlar üzerinde bilmem kaçıncı izi bırakarak. Çıktım ön kapıdan yavaş yavaş. Ama, terkettiğim, yalnızca taş binalardı. Oradaki ruhu hiç terketmedim. Sultani de bende izini bıraktı. O izi hep taşıdım. İç dünyamın derinliklerine yerleşen sultani vicdanı hep benimle kaldı. Benimle yaşadı. Benim izimi sürdü. Beni kolladı. Bana yol gösterdi.
Beni hiç yanıltmadı.
Devamı gelecek >>
Önceki yazı : Mektep 1 – Arka Kapı
Sonraki yazı : Mektep 3 – İlk çarşamba
Ellerine saglik cocuk, o gunleri yasamis olan herkesin duygularina hislerine tercuman olmussun.
Haluk’cum senin makalelerde nedense Bekir Coskun’un yazi turunu goruyorum. Coskun’u tutar misin tutmaz misin bilmiyorum ama, ben senin yazilarindaki duyarliligi, inceligi, ictenligi, duygusalligi onunkilere benzetiyorum. Gozlerinden opuyorum.
Hasan
Sent from my iPad
>
BeğenBeğen