
Babam ısrar edince. Babamla annemin arasına. Bir yere iliştim.
Başladım dinlemeye. Radyoda konuşmalar var. Marşlar çalıyor. Alkış sesleri duyuyorum. Annemin göğsü inip inip kalkıyor. Sanki o küçük radyonun içindeymiş de. Olanları yaşıyormuş gibi bir hali var. Her ne oluyorsa. Babam da bir başka bugün. Yüzünde hafif bir gülümseme. Gözleri apaçık. Bakışları. Sanki radyoyu delip de geçiyor. Belli ki içinde bir fırtına kopuyor. Heyecanlı. Duygulu. Hiç olmadığı kadar. İkisinin de gözlerinde ince damlalar ışıldıyor. Ağlıyorlar mı acaba?
Anlayamamıştım. Ne o günü. Ne de babamdaki değişikliği. Sordum durdum kendime. Hayata bu kadar kayıtsız duran babam. Ne olmuştu da öylesine değişmişti? Sanki bir tutku yeşerivermişti içinde. Neydi onu kıpırdatan? Onu canlandıran nasıl bir şeydi?
Sonradan düşünmüşümdür.
Babam. O zamanki adıyla Mithat Paşa stadına götürürdü beni. Yok! Futbol maçlarına sanmayın. Güreş müsabakalarına. Uluslararası güreş turnuvalarına. Götürürdü beni. Stadın ortasına minderler koyulur. Her ülkeden güreşçiler mücadele ederlerdi. Babam için en önemli an. Madalya törenleriydi. Nerdeyse hep aynı marş çalınırdı. Türk milli marşı. Hüseyin Akbaş. Mustafa Dağıstanlı. Yaşar Doğu. Ahmet Ayık.. Ve daha niceleri. Bu dünya şampiyonlarının isimleri. Hala ve hala zihnimdedir. Ayağa kalkar marşı söylerdik. Babamın gözleri yaşlanır. Tuttuğu elimi sıkar. “Türk gibi kuvvetli” diye mırıldanırdı her seferinde.
Sonradan düşünmüşümdür.
Babam her yıl. 29 ekim akşamı. Ailece bizi. Taksim meydanına. Kutlamalara götürürdü. Her seferinde Cumhuriyet anıtını anlatır. Havai fişekler atılırdı. Korku değil. Bir heyecan. Keder değil. Bir neşe. Kibir değil. Bir gurur dalgası eşliğinde. Marşlar söylenirdi. Benim en çok hoşuma giden ise. Hafızamda en çok yer eden. Püskürtülen renkli sulardı..
Sonradan düşünmüşümdür.
Her 23 nisan gününde. O ipe dizilmiş küçük bayraklardan alır. Atatürklü ve ay yıldızlı bayraklardan. Cama yapıştırırdı. Benim elime de. O ince çıtalı küçük bayraklardan bir tane verir. Hadi çık sokakta salla derdi….
Ve babam. Daha ben küçücükken. Ve yaşamı boyunca. Duvarda asılı dedemin resminin karşısına geçer. Saniyelerce bakar dururdu. Dedem. İstiklal savaşlarında bulunmuş. Bir albay emeklisi. Topçu albay. Duvardaki resim de. Dedemin üniformalı bir resmi…
Tüm bunları hatırlayıp. Sonradan birleştirince…
Zamanla anladım ki. Babamın beni yanına çağırdığı o an. Bir tesadüf değildi. Beni çağıran. Babam değil. Babamın, zaten içinde olan bir duyguydu. Kendisinin bile farkında olmadığı bir ruh haliydi. Eskilerden gelen. Duygulandıran. Hep birlikte yaşanmış bir iklimden süzülüp de. Vicdanlara yerleşen bir ruhtu beni çağıran. Cumhuriyetin ilk kuşaklarının ruhu… “Z” de neymiş!.
Ama o ruh var ya! İşte o ruh. Kırk yıl öncesinde. Samsunda doğan o ruh. Anadolunun bozkırlarından. Dağlarından, ovalarından, denizlerinden geçip. Tüm ülkeyi dolanıp durmuş. Yurdun bir köşesindeki. İki göz odalı evimizde. Bize kadar ulaşmıştı…
Neydi o ruh?
O ruh. “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir” diye haykıran bir ruhtu.
O ruh. Çanakkale bayırlarındaki askerlere bakıp. “Bu ulusu kimse tutsak edemez” diye mırıldanan bir ruhtu. O ruh. İstanbula demirleyen düşman gemilerini görünce. “Geldikleri gibi giderler!” diyen bir ruhtu. O ruh. Mayısın ondokuzunda. Pusulası bozuk. Paraketesi olmayan. Eski püskü bir gemiye binip. Yolda gemiyi batıracaklar istihbaratını aldığında bile. “Dünya batsa da gideceğim!” diyen bir ruhtu….
O ruh ki.
Yüzyıllarca. Tek bir insana. Tek bir, sözüm ona, efendiye. Onun hokkabazlarına. Ve dalkavuklarına. Hem de gönüllü olarak. Kulluk yapan. Cahil bırakılmış ve alıklaştırılmış insanları. Kendilerinin efendisi yapmıştı.
Anladım ki, babamı bile hareketlendiren, işte bu ruhtu. Derinliklerdeki bir cevher. Bilinçsiz belki. Ama kayıtsızlığın saflığıyla korunmuş. Tertemiz kalmış bir ruh. Ümmet değil yurttaş olma ruhu. Anladım ki. Önemli olan büyük adam olmak değildi! Önemli olan büyük bir ruha sahip olmaktı.. Evet anlamıştım. Okumaktan daha da önemli olan buydu. Okumanın amacı da buydu.
Kul değil insan olmak.
Babam. O kaygısız bildiğim. Öylesine zaman doldurduğunu sandığım babam. Hasbelkader yaşadığını düşündüğüm babam. Hasbelkader olmayan. Pusulası akıl. Paraketesi bilim olan. Bilinç, mücadele ve cesaret dolu bu ruhu. Anlamıştı. Yetmez mi?
O gün ışıl ışıl bir mayıs günüydü.
Mayısın Ondokuzu.
Önceki yazı : Bir Tuhaf Mayıs Günü 1 – Hasbelkader
Haluk günaydın
Tüm yazılarını okuyorum Güzel döktürüyorsun Bizlere de çocukluÄumuzu ve gençliÄimizi
yaÅatıyorsun Annene babana babaannene rahmet diliyorum Onları tanımıÅtım İyi insanlardı
Sevgiler selamlar
Ethem Tolga
iPad’imden gönderildi
BeğenBeğen
Sevgili Ethem, dediğin gibi,
O kuşağın insanları iyi insanlardı.
Hepimizin anaları babaları, önceki kuşakları…
Hepsi nur içinde yatsınlar..
sevgiler
BeğenBeğen