Mezuniyet günü:babaannem
ben,öğretmenim ve annem
“Haluk” dedi öğretmenim, “ sen hangi okula gideceksin? ”
İlkokul son sınıftaydık. Beşinci sınıfta yani. Koskoca beş yıl geçip gitmişti. Yılın sonu yaklaşıyordu. Öğretmenimiz de her birimize mezun olunca ne yapacağımızı soruyordu tek tek.
Öğretmenimi severdim. Bizi birinci sınıftan almıştı. Beş yıl boyunca da öğretmenimiz olmuştu. Bize okumayı öğretmişti. Bize okulu sevdirmişti. Öğretmen diye bir tek onu tanımıştık. Şimdi artık ondan ayrılacaktık. Bağımlılıklarımın güçlü olduğunu ilk o zaman farketmeye başlamıştım. Öğretmenimden ayrılmak bana gizliden gizliye hüzün veriyordu. Hele ki böyle ayrılık çağrıştıran konular açılınca.
Sınıfın en arka sırasında, en köşede oturuyordum o gün. Diğer arkadaşlarımı dinlerken dalıp gitmişim herhalde. Bir daha sordu : “sen ne yapacaksın Haluk, mezun olunca?”
Okumaya devam et->
Cevabım hazırdı aslında. “ Kuleliye gideceğim” dedim kısaca.
Bu konu aile içinde konuşulmuşmuydu, hatırlamıyorum. Bilmiyorum.
Ama, kararlı bir şekilde ve gurur duyarak ifade ettiğimi hatırlıyorum: “Kuleli’ye gideceğim” . Sebepleri vardı tabii ki. Bugün bile hatırlayabildeğim sebepler. Nasıl sebepler derseniz… Anlatayım.
Milli bayramlardan biriydi. Okuldan bir grup, izci olarak törene katılacaktı. Ben de seçilmiştim. Ve çok da heveslenmiştim. Günlerce konu yapmış, anlatıp durmuştum mahalle arkadaşlarıma. Ama katılamamıştım. İzci kıyafetlerini ailelerin alması gerekiyordu. Benim ailemin ise bunu alacak durumu yoktu. Annemin bu duruma ne kadar çok üzülmüş olabileceğini çok sonradan anlayabildim. Zaten ben de ısrar etmemiştim. Ama törende, izci kıyafetlerini giyip, trompet çalarak yürüme hevesim içimde çöreklenip kalmıştı. Annem, “ ilerde, başka okula gidince hem kıyafet giyersin hemde trompet çalarsın” demişti. Sebeplerden biri buydu herhalde. Kuleli’yi istemem için.
Kuleli Arnavutköy’ün tam da karşı kıyısındaydı. Gün başlangıcında, sabah törenlerinin sesleri bizim eve kadar gelirdi. Çoğu zaman da bu sesleri daha iyi duyabilmek için, bir kaç dakika uzağımızdaki deniz kıyısına inerdim. Kıyıda oturur, ayaklarımı denize sallar, kuleliden gelen marşları dinlerdim. Bu bende garip bir duygu yaratırdı. İçim dolardı da boşaltamazdım sanki. Çocuk şartlanmışlığı işte! Bu da bir diğer sebep olsa gerek! Kuleli’yi istemem için.
Tüm bunlar tamam da! Ama sanırım en temel sebep ailemizin yapısıydı. Bizim aile, milli bayramlarda ve milli marşlar çalınırken, gözleri yaşaran bir aileydi. Cumhuriyetçi yani. İstisnasız. En yaşlısından en gencine kadar. Nasıl oluşmuş bir duygu ise? Ben de tabii ki bunun bir parçasıydım. Bu iklim içinde büyümüştüm. Dedemin bir albay emeklisi olduğunu da unutmamalıyım. Daha ilkokula başlamadan onu kaybetmiş olsam da, onun, evimizin her tarafını kapsayan üniformalı resimleri çocuk dünyamın en heyecan veren ilham kaynağıydı. Babam, amcam ve babaannem onun hikayeleri ile beslerdi beni.
İşte geniş aileyi bunun için sever oldum sonradan. Kuşaklar kopmaz. Aynı masanın etrafında biraraya gelinir. Aynı odada oturulur. Kimse, bir tabak kapıp da, televizyonun bilgisayarın ya da telefonun içine çekilmez. O küçük oda, o küçük masa sohbetlerle büyür de büyür. Ailenin her bireyinin vereceği ve alacağı birşeyler olurdu bu sohbetlerde. Muhakkak ki çok etkilenmişimdir bu sohbetlerden. Çünkü bunlar masa başında yaratılmış değil, yaşanmış hikayelerdi.
Öğretmenim bana sorunca da, on yaşımın duygularıyla, “Kuleliye gideceğim” demiştim! Birikmiş duygularla, heyecanla, çocuksu bir gururla. Üniformayı giyip de, trompet çaldın mı? diye sorarsanız…
O olmadı işte!
Ama başka bir şey oldu.
Önceki yazı: Öğretmen 2 – Okul
İzleyen yazı: Öğretmen 4 – Mektep