Eylül’ün altısı (tekrar)

Geçmiş hiç bir zaman ölmez. Hatta hiç bir zaman geçmiş olmaz” / William Faulkner ( 1897 – 1962 / Amerikalı yazar)

Ne zaman bir pastanenin önünden geçsem. Başımı hafifçe vitrine doğru çevirir. Yan gözle bakarım. Acaba kırık mı diye. Vitrin camı çatlamış mı? Cam kırıntıları pastaların, kurabiyelerin üzerine dökülmüş mü? Pasta kremaları ezilip yerlere yapışmış mı? Aklımdan bu sorular geçer. Ve bir resim belirir gözümün önünde. Kırık tahta parçaları. Yırtılmış perdeler, bezler. Ters dönmüş çikolata kutuları. Üzerine basılmış. Ezilmiş. Yerde yan yatmış bir tartı. Ters dönmüş bir kasa. Her yana saçılmış bozuk paralar.

Bu neyin resmi?

Bu resim öylesine derin kazınmış ki çocukluk zihnime. Çocukluğumun düz beyaz, tertemiz, pürüzsüz zihnine; John Locke’ un deyişiyle, o “tabula rasa” ya. Yıllar sonra bile, tek bir pasta sözcüğüyle, hepsi uyanıverir, herşey canlanıverir yeniden. O güne dönerim.

Neler çizilmedi ki zihnimin bu “boş levha” sının üzerine! Ve nasıl? Ve neden?

Gürültüyle uyandım o gün. Sesler duyuyorum. Dışardan geliyor. Bağrışmalar. Birileri haykırıyor. Camlar kırılıyor bir yerlerde. Telaşla koşuşturanlar var. Duyuyorum. Bu çığlıklar da ne? Hava hala karanlık. Alacakaranlık. “ Neden bu kadar erken kalktık? Gün daha ağarmadı ki! Uykum da var.Katina teyze bize gelmiş. Neden ki? Hiç bu kadar erken gelmezdi! ” Gözlerinde belli belirsiz damlalar var. Sesi de kısık. Birşeyler mırıldanıyor sanki. Kendi kendine mi konuşuyor? Diğer komşular da bize geliyorlar. Bazıları. Hristo amca. Sofula abla. Niko abi. Yuanna kardeş….. Babam kapının aralığında. Onları içeri alıyor. Annem oturtuyor. Ne oluyor? Hiç anlamıyorum. Ama, biraz hissedebiliyorum galiba. Kapı aralığından içeriye bir koku yayılıyor. Bu sadece yanık kokusu değil. Yalnızca duman değil kokan. Yıllar sonra tanıdım onu. Bu duyguların kokusu. Dışardan içeri öfke sızıyor. Şiddet sızıyor. Zulüm. Tahrik. Tüm bu duygular, evin içinde dolaşan korku ile harmanlanıyor. Ve acı olarak evin her köşesine bulaşıyor.

Uzun yıllar bu acı kokuyu hep soluduk evimizde. Kolay kolay terketmedi bizi. Ta ki başka bir mahalleye, başka bir eve taşınana kadar. Ve ben o küçük çocuk. Ne soluduğumu bilemeden. Annemin babamın gözlerinde hissettim bu kokuyu. Nereye gidersek gidelim.

Sonra ne oldu? Gün ağardı.  Eylülun altısı yedisi .

Conker’in pastanesindeyim. Tek başıma. Nasıl oldu da oraya gittim hatırlamıyorum. Dedemin evinin çok yakınındaydı aslında. Neden gittiğimi de bilmiyorum. Tek başımayım. Okul öncesi bir çocuk. Conker’in pastanesinin yıkıntıları arasında dolaşıyorum.

Conker, pastanenin sahibiydi. Arnavutköyde. Bir arnavutköylü. Bana çok iri yarı görünürdü o zamanlar. Bir omuzu yukarıda yürür, ağır ağır hareket ederdi. O benim Conker amcamdı. Babamın arkadaşıydı. Pastanenin önüne bir tabure atar otururdu diye hatırlıyorum onu. Beni, pastanenin önünden geçerken görürse .İçeri girer, kavanozdan aldığı kakaolu hayat şekerlerinden tutuştururdu elime. Onları sevdiğimi bilirdi. Zaten, kakaolu ürünleri oldum olası çok sevmişimdir. Belki de Conkerin küçük hediyeleri sevdirmiştir kakaoyu bana. Conkerin pastanesi bir define idi benim için. Vitrinin önüne gider. Hayranlıkla seyrederdim içerisini. Hiç sönmeyen pırıl pırıl ışıklar altında. Çeşit çeşit şekerlemeler, çikolatalar, pastalar…

O defineyi de birileri yakıp yıkmıştı o gün sabaha karşı. Talan etmişlerdi.

Pastanenin yıkıntıları arasında dolaşıyordum. Merakla. Neler olduğunu anlayabilmek için. Birden ilişti gözüme. Dilimlerin çoğu parçalanmış ve kirlenmişti. Ezilmişti. Ama bir tane dilim hiçbir şey olmamış gibi duruyordu. Karton bir levhanın üstüne yapışmıştı. Eğri duran bir kutu kapağı korumuştu o dilimi. İşte en çok sevdiğim şey! Yıkıntıların ortasında bir pırlanta gibi parıldıyordu. Tam da önümde. Bir piramit pastası dilimi. Hafifçe eğildim. Uzanıp aldım. Dikkatlice. Dağıtmadan. Bir süre bakıştık dilimle. Yemeli miydim? Bir an düşündüğümü hatırlıyorum. Etrafta kimse görünmüyordu. Yiyebilirdim. Yemeyi de çok istiyordum muhakkak. Ama yemedim. Sanki. İçimdeki bir güç. Bir duygu. Beni tuttu. Durdurdu! Neden yemedim ki? Bu deneyimlediğim bir şey değildi. Öğretilen bir şey de olamazdı. Belki de zihnimiz bir “boş levha” değildir diye düşünüyorum şimdi. Belki de birşeyler doğuştan yazılmıştır üzerine, Descartes’ ın düşündüğü gibi. Ve o yazılanlar davranışlarımızı belirliyordur. Kimbilir?

Piramit dilimini sıkıca tutup, koşa koşa eve gittim. Dedeme göstermek için. Hangi duygularla hareket ettiğimi hala bilemiyorum. Belki izin almak içindi. Belki de birileriyle paylaşmak için. Ama öyle sanıyorum ki, en baskın duygu, sevdiğim bir şeyi, kendi başıma elde etmiş olmanın çocuksu gururunu göstermekti.

Nefes nefese eve vardım. Hiçbir şey söylemeden, piramit dilimini dedeme gösterdiğimi dün gibi hatırlarım. “Nerden aldın evladım?” diye sordu. “Conker mi verdi?” diye ekledi sanırım. “Hayır yerdeydi, ben aldım; Ama temiz” gibisinden bir şeyler söyledim herhalde. “Parasını ödedin mi?” diye sordu dedem. “param yoktu” ya da “ödemedim, çünkü…” gibisinden bir cevap vermiş olmam muhtemeldir. Bunu hatırlayamıyorum, ama dedemin cevabını hiçbir zaman unutamadım : “ …evladım, insanın hakkı olmayan bir şeyi alması doğru mu? Hadi gidip onu yerine koyalım

Dedemle gittik. O darmadağınık, yıkık dükkana girdik. Piramit dilimini kendi ellerimle aldığım yere koydum. Çıkarken, dedem cebinden bir mendil çıkardı. Dükkanın taş duvarı üzerine kırmızı boyayla çiziktirilmiş haç resmini silmek için uğraştığını hatırlıyorum.

Dedem emekli bir subaydı. Bu olaydan yaklaşık bir yıl sonra. “Göğe çıktı” dediler. Onu bir daha hiç göremedim. Dünyayı terketmişti. Ama, hatırlarım hala. Gitmeden önce. Her şey normale döndüğünde, Conkerden üç dilim piramit pasta satınalmış.

Ve birlikte yemiştik….

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s