
O günü hiç unutamam! Bana şöyle demişti: “.. Sen şimdi okulda, fransızca öğrenmeye başlıyorsun. Sana ne öğretirlerse. Her hafta sonu geldiğinde. Sen de bana öğretirsin…” Kelimeler tamı tamına böyle olmasa da. Anlamı buydu. Yani o küçücük yaşımda. Öğretmenlik yapmak gibi bir şeydi bu… Sebebini merak etmiştim. Ama hiç sorup öğrenemedim.
Sanırım. Yabancı dile merakı olmalıydı. Belki de ihtiyacı vardı. Hatırlarım. Yurtdışından, ingilizce ve almanca yazıştığı. Mektup arkadaşları vardı. Her iki dili de. Kendi kendine öğrenmişti. Bu nasıl olmuştu o yıllarda? Hiç sorup öğrenemedim! Almanyadaki mektup arkadaşı için üzülürdü. Aile içi sohbetlerde. Kulak misafiri olmuştum. “Duvarın arkasında kalmış. Ailesi duvarın öteki tarafındaymış…” deyip anlatırdı. Ben o zamanlar. Tabii ki. “Duvar” ın. “Duvarın ötesi” nin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Çok sonraları farkettim. Siz duvarı bilir misiniz? Zor. Herhalde bilemezsiniz! Peki duvarın yıkıldığı anı hatırlar mısınız? O da zor! Otuz yılı aşkın bir süre oldu. Ama belki. Berlin’e gittiğinizde. Duvarın bir parçası diye satılan taşlardan. Bir örnek alıp. Turist hatıratı diye bir camekanın içine koymuşsunuzdur. O taş. Ki eğer gerçekten o duvarın bir parçası ise. Size bir geziyi anımsatan o taş. Kendinden utanıyordur. “Berlin duvarı” nın bir parçası olduğu için…
Düşünüyorum da. Herhalde. ihtiyaçtan çok. Öğrenme merakından. Fransızca öğretmemi istemişti. Çünkü onun. Benim zihnime asılı kalan resmi. “Okuyan adam” dı. Mahalle okuluna gitmiş. Düz bir lisede okumuş. Sonra da. Onu hatırladığım yıllarda. İstanbul Üniversitesi kimya mühendisliğinde okuyup. Asistan olmuştu. “Okurdu”. O hep okur. Sayfalar çevirir. Düşünür. Tekrar okurdu. Bir şeyleri öğrenmeye çalışırdı. Eskice. Salınıp duran. Yuvarlak bir masa üzerinde. Yığılı kitaplar arasında. Kitaptan kitaba dalardı… Daha okula. Daha okumaya başlamamışken bile. Okumayı. Çalışkan olmayı. Her şeyin. Kitaplarda bulunabileceğini. Onu görerek öğrendim. Seke seke okuduğum. İlk resimli dergiler. Onun masasında bulduğum. “Pekos Bill” lerdi. İlk okuduğum resimsiz kitap. Bana hediye ettiği. “Pardayanlar” serisi idi. On onbir ciltlik bir eserdi. Bir solukta okumuştum. Daha on oniki yaşlarında iken…
Okula başlamamıştım ama. Anneannemlere her gittiğimde. En çok ilgimi çeken şey. Kitaplardı. Bizim evde yoktu. Girip çıktığım diğer evlerde de yoktu. Çocuk gözüyle bakınca. Her evde radyo vardı. Bir somya. Bir büfe vardı. Bir soba. Duvarlarda aile resimleri. Perdeler. Ve küçük de olsa. Masa koltuk vardı. Hatta gazete ve dergileri de görmüşlüğüm olmuştur. Ama. Bu evlerin. Yani arkadaşların, yakınların hiçbirinde. Kitap yoktu. Onunkiler gibi. Onun üniversite kitapları gibi. Kalın ve ciltli kitaplar yoktu.
Bu kitapları seyrederdim. Kitabın ne olduğunu bildiğimden. Ya da bir kitap sevgisinden değil! Başka hiç bir yerde rastlamadığım. Değişik bir oyuncak gibi gelirlerdi bana. Evin her yerinde rastlardım onlara.. Bir kitaplıkta. Bir çalışma masası üzerinde değil. Her yerde… Bir de. O zamanlar. Pek de dikkatimi çekmeyen. Elime bile almayıp. Kenarda bıraktığım. Küçük kitaplar vardı. Soluk beyaz kağıtlar üzerinde. Siyah yazılar. Renksiz ve resimsiz! Bunları farketmem. Ve önemsemem için yılların geçmesi gerekti. Ve yıllar sonra. Bu kitapları keşfettiğimde. Bu kitaplar. Benim kitaplığıma katıldıklarında. Bir hazine bulmuş gibi olmuştum… Sadece onun hatırasını taşıdıkları için değil. Bana yepyeni ufuklar açtıkları için. Henri Poincaré. Henri Bergson. René Descartes.. gibi düşünürlerden. Bilim ve metot. Metot üzerine konuşmalar. Bilim ve varsayım…. gibi kitaplar…
Annem derdi ki: “Onun. Para harcadığı tek şey, kitaplardır”. Daha üniversitede öğrenci iken bile. Hem de ülkenin o yıllarında. Ellilerin sonunda. Yurt dışından kitaplar getirtirdi. Bazı “kitap kokan”. Kapakları da farklı. Yeni kitapları gördüğümde. Karşılarına geçip. Seyrederdim. Dokunmaya korkardım. O da. Bana verir. “Yurtdışından geldi” derdi. Yurtdışı! Bu neresiydi ki? O zamanlar. Bizim ailede. Belki de bir çok ailede. Bir şeylerin yurt dışından gelmesi. Önemli bir olaydı. Hele ki kitap getirtmek. Pek akla gelen bir şey değildi. Akla gelse bile. Kolay değildi! Çünkü masraflıydı.
Masraf demişken… O günlerde anlamamış olsam da. Sonradan düşününce farkedebildim ki. Aslında. Ev de çok zor dönüyordu. Dedem. Gerçekten “karadenizde gemileri batmış”. Kafkas kökenli. İflas etmiş bir eski tacir. Ve o yaşında. Çemberlitaş’ta bir manav işletiyor. O benim “elmacı dedem”. Anneannem. Rodos kökenli. Eski bir tacir kızı… Ev hanımı. Kadırgada. Muhtemelen babadan kalmış. Cumbalı. Bir kaç katlı. İçten merdivenli. Ahşap. Eski bir istanbul evinde oturuyorlar. Tabii ki elektrik vardı. Ama beni ilgimi çeken. Sıkça kullanılan gaz lambasıydı. Soba ile ısınılırdı. Ama benim aklımda kalan. Etrafına dizildiğimiz. Ortadaki o büyük mangaldı. Karpuzların. Bahçedeki kuyuya sallandırıldığını hatırlarım. Soğuk olsunlar, bozulmasınlar diye. Evet. Buzdolabı yoktu. Tel dolap vardı.. Bu ev kolay dönmüyordu! Ama. Ne zaman o eve gitsem. Kendimi. Bir sıcak ortamda. Huzur içinde. Mutlu hissederdim …
Onun. Her yere yürüyerek gidip geldiğini bilirim. Taşıtlara binmezdi. Para harcamamak. Ve kitaplara para biriktirmek için. Ben de hatırlarım. Beş kuruşun. Yüz paranın değer taşıdığı dönemlerdi. Ama. Hayatı yaşayıp da. Bugünlere gelince. Sanıyorum ki. Yürümek. Onun gibi biri için. Aynı zamanda düşünmekti. O bir. “Yürüyen adam” dı. Nietzsche. Rousseau. Thoreau. Kant. Proust… Ve daha bir çoğuna kulak verirseniz. Yürümek. Bugün olduğu gibi bir spor değildir. Yürümek tüm bu düşünürler için. Sessizlik. Sonsuzluk. Özgürlük içinde. Bir enerjidir. Yalnızlık ve yavaşlıktan fışkıran. Bir Düşünme enerjisidir.. Yürürken aslında çalışırsınız. Rousseau, “Benim çalışma odam kırlardır” der. Henry David Thoreau, “Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir” diye sorgular. Ne zaman ki. Ben de. Yürümenin. Düşünerek çalışmak için. İyi bir yol olduğunu farkettim. İşte o an. Yıllar öncesindeki “Dayım”. Bir kez daha aklıma düştü.…
O gün. Bana şöyle demişti: “.. Sen şimdi fransızca öğrenmeye başlıyorsun. Sana ne öğretirlerse. Her hafta sonu geldiğinde. Sen de bana öğretirsin…” Yatağın üstüne kıvrılmış. Beline kadar bir yorgan örtülü. Yastığa kolunu dayayıp. Hafif doğrulmuş… Yüzü solgun. Genç. Ama yorgun… Tam ifade edemediğimi biliyorum. Ama. Hatıralarımda çizili olup. Bugüne kadar aklımda kalan. Son resim bu!. Solgun bir resim bu! Her zihnime düştüğünde. Her seferinde. Hep. Ve her zaman. Sararmış puslu. Yer yer silinmiş bir resim gibi. Hatırlarım bu anı…
Bana. “…biraz ateşi var. Grip oldu” demişlerdi.
Bir hafta sonra. Elimdeki fransızca notları ile. Yatılı okuldan çıkıp. İlk öğretme heyecanı içinde. Eve koştum. Onu sordum. “Göğe yükseldi” dediler!
Doyamadığım dayım. Bedri.
Artık yoktu.