Telefon çaldı. Ev telefonu. Siyah. Ahizeli bir telefon. Sabit. Kordonu ne kadar uzun tutulursa tutulsun. Yine de. Evin her köşesine gidilip konuşulamaz. Başında oturup. Konuşmak en iyisi… Gece sessizliği içinde. Çalışıyordum. Masadan kalktım. Telefonu açtım… Saat gece yarısı üç. Kim arar ki bu saatte! Ahizeyi kaldırdım…
Okumaya devam ediniz–>
Bir de baktım ki! Hocamın sesi!.. Alışkanlık bu ya. Hocam ne kadar içten. Ve doğal davransa da. Saygı gereği herhalde. Bir toparlandım. Ama gerçekten saygı. Gösteriş saygısı. Menfaat saygısı değil. İçinde. Doğal sevgi olan saygı… Belki. Pijamamın önünü bile ilikleyip. Hafiften hazır ola geçmiş olabilirim…. Sesi heyecanlıydı, “Bak Haluk! Aklıma bir şey geldi! Yeni bir şey düşündüm!…” diye. Kelimeleri sıralayıverdi ard arda…..
Anlamıştım. Birkaç haftadır. Benim doktora tezim ile ilgili. Bir noktaya takılıp kalmıştım. Bir çıkış yolu arıyordum… Ve bulamıyordum. O günlerde. Veri düzenleyen. Ve türeten. Teknoloji cambazlıkları yoktu. Sunum gösterişleriyle. Ört bas çabaları da yoktu. Zaten bunlara. Pek kimselerin. Niyeti de yoktu. Neredeyse her şeyi. Aklınızla. Ve elinizle yapardınız. Bir de. Dört işlemi yapan. Bir hesap makinanız vardı. Bir de. Eğer mühendislikte iseniz. Aristo hesap cetveliniz. Hepsi bu! Bilgisayar ise. Adına “elektronik beyin” denilen. Bir basket sahası büyüklüğünde bir alandı. İçeriye kafanızı bile uzatamazdınız.
En önemli aracınız. Düşünme gücünüzdü… Ben de. Düşünüp düşünüp. Bu arada. Yeni bilgileri araştırıp. Yeniden düşünüp. Bir türlü aşamamıştım bilinmezlikleri…. Özetle takılmıştım! Zordaydım!
Hocam da düşünüyordu demek ki! Gecenin üçünde bile! Ve bir şeyler buluyordu. Beni arayacak kadar.
Ben tabii ki. Zorlukları paylaşmıştım hocam ile. Anlatmıştım. Zaten. Kendisi talep etmese de. Her üç ayda bir. Kendimi disipline etmek amacıyla. Kısa bir bilgi notu verirdim. “Son üç ayda ne yaptım. Gelecek üç ayda ne yapacağım” diye… Bir araya gelince de anlatırdım. Notlara göz attığını da tahmin ediyordum. Ama. Ciddi ciddi. Meraklanacağını. Araştıracağını. Düşüneceğini. İşte bu. Aklımdan bile geçmezdi. Hem de. Uğraşıp. Didinip. Yeni bir yol bulup. Heyecanlanıp. Gecenin üçünde. Asistanının. Bir bilimsel engelini aşmak için. Asistanını arayacak kadar…!
“Yarın gel! Bunu konuşalım!” dedi…
Gittim. Konuştuk. Tartıştık. Çözdüm. Ve ilerledim…
Şimdi yıllar sonra. Hala. Gece yarısının bir zamanında. Küçük eski masama oturmuş. Bir kitabı okurken. Bir konuyu çalışırken. Ender de olsa. Bir telefon çalacak olsa. O. Hala var olan. Ev telefonu. Ahizeli telefon. “Zırrrrr…” diye çalan… İşte o telefon…. Kalkar koşarım. Sanki. Hocamın sesini duyacakmışım gibi…. Ahizeyi kaldırırım. Kim aramış olursa olsun. Gözümün önüne hep. Hocam gelir. Beni aradığı. O gece gelir. Konuştuğumuz iki üç kelimeyi. Duyar gibi olurum…. Ve sonrası. Su gibi akar gözlerimin önünden…
Anı. Böyle bir şey olmalı. Üzerinden yıllar da geçmiş olsa. Hiç beklemediğin bir an. Tek bir ses ile. Geliveren. Kendiliğinden. Doğal olarak. Çağrılmadan yükselen. İçini dolduran… Anı. Hani, “hadi birlikte bir resim çektirelim de, anı olsun!” türünden bir şey değil. Turistik bir dükkandan. Hatıra olsun diye. Aldığınız. Bir biblo da değil o! Anı! O bir an. Bir duygular demeti. O. Bir kimya. Formülü olmayan. İçeriği bilinmeyen. Adı konulamayan..
O gece. O telefon sesi… Hocam. Faruk Akün. Merakı. Heyecanı. Sözcükleri….
Hiç unutulur mu?
Devamı gelecek –>
Önceki yazı: Hocam 2 – Yedi kelime
İzleyen yazı: Hocam 4 –