Mesela “Kanka”. Bir sözcük işte. Öylesine söylenen. Ya da “ben yok biz var”. Bu da birkaç sözcük. Öylesine söylenen. Ne bileyim ben! Mesela. ”değişmeyen tek şey değişimdir”. Arkası kalabalık bunların. “ Farklılıklarımız zenginliğimizdir”. “Ben bitti demeden bitmez!”. Hangi birini söyleyeyim! ” Birlikte başaracağız” , “Biz bir aileyiz” Ya da “Ortak akıl”, “ezber bozmak”, “Hiçbirşey aynı olmayacak“ ..gibisinden. Falan filan Feşmekan. Demem o ki..İnsanlar şifrelerle konuşur oldu. Etiketlerle. Beynin ürettiği düşüncelerle değil. Kulağa yapışmış sözcüklerle. Klişelerle. Oradan buradan. Derinliğini bilmedikleri sözcüklerle. Bunlardan birine bakalım isterseniz. Bakalım mı aşkım? Evet! Sözcük o: aşkım! Hadi bakalım.
Okumaya devam ediniz >>
Aşkım! Bunu iki sevgili. Birbirine söylüyor olsa. Belki anlaşılabilir. O da, belki. Ama öyle olmuyor! Teyzesi yeğenine “Gelsene aşkım” diyor. Mesela. Bir genç kız. Kız arkadaşına. “ Dinle Aşkım” diyor. Bebeğini kucağına. Daha yeni almış. Bir anne. Bebeğine. “Bak güldü benim Aşkım” diyiveriyor. Bir torun dedesine. O da “ aşkım” diyor. Duymuş ya! Özetlersek. Herkes. Herkese. Aşkım diyor. Diyebiliyor. “Hadi Aşkım“. Peki. Böyle söyleyince. Ne denmek isteniyor? Ne denmiş oluyor? Bu sözcük. O kadar kolay söyleniveriyor ki! “Merhaba” gibi. “Nasılsın?” gibi. “Ne var ne yok” gibi..
Şimdi. Koyun kendinizi o sözcüğün yerine. Ne hissedersiniz? Sözcüklerin de bir canı vardır. Bir ruhu. O ruh. Taşıdıkları anlamlarıdır. Evet. Siz o sözcük olun! Ne hissedersiniz? Bir tükenmişlik! Orada burada. Kullanıla kullanıla. Ya da bir tür ezilmişlik! Dilden dile dolaşa dolaşa. Ve giderek. Bir kişiliksizlik. Olur olmaz yerde. Söylene söylene. Ben buna. “Anlamın can çekişmesi” derim. Ve sonunda. Yokoluşu. Anlamın ölümü. Geriye ne kalır? Anlamı sıkılmış. Bir sözcük. Yani bir posa. Alfabenin. Birinci, yirmiüçüncü ve ondördüncü harflerinden oluşan. Bir kelime. Bir kavram posası. Değil mi “aşkım”?
Birine, aşkım demek. Bu kadar kolay mı? 1960 lı yılların filmlerine bakın mesela. İster Türk. İster yabancı. Filmler, müzikler..Dönemlerini yansıtırlar. Bir izleyin onları. Aşk neymiş hissedersiniz. Gözlerden. Kalbe. Nasıl geldiğini. Damla damla. Kalplerden. Dudaklara. Duygulardan. Sözcüklere. Nasıl yükseldiğini. Sıza sıza. Aşk sahici ise eğer. Tüm benliği. Nasıl sardığını. Hissedersiniz. Tüm varlığınızla.
Eğer ki. Aşkım diyebileceğin biri olmuşsa. Hayatında. Kalbin pır pır çarpmalı. Olur olmaz zamanlarda. Titriyor olmalısın. Geceleri uykusuz kalmalısın. Yataktan çıkmalı. Yıldızları seyre dalmalısın. Eğer ki. aşkım diyebileceğin biri olmuşsasa hayatında. Hayaller kurmalısın. Özlem duymalısın. İçin erimeli. Damla ve damla. Onun gölgesini görünce. Hatta. Görme ihtimali belirince. Ve hatta. Onu düşününce. Sıcak bir duygu akmalı içinde. Eğer ki. Askım diyebileceğin. Biri varsa hayatında. Rüyanda onu görmelisin. Sabah. Aklına. İlk o gelmeli. Biraz. Biraz da olsa. Kıskanabilmelisin. Yalnızlığına sormalısın. Neden onun ile değilim diye. Eğer. Aşkım diyebileceğin biri varsa. Hayatında. Mantığını çoktan. Terketmiş olmalısın, geçici de olsa. Duygularının selinde. Yüzüyor olmalısın.
Bak “aşkım”! O an gelene kadar. Bir yerleri aşmalısın. Bunu. Düşünerek değil. Bunu. Hesapla kitapla değil. Aslında. Yok.! Yok! Bunu sen söylememelisin bile. Öyle bir an gelmeli ki. O sözcük kendiliğinden. İçinden. Duygularından. Yükselip. Yükselip de. Dilinin ucuna kadar gelip. Dökülüvermeli.
Anladın mı “aşkım”? Bu sözcüğün ardında. Bir düşünce. Bir kimya. Bir çaba. Arkasında. Bir “ duygu yığınağı “ kurmuş olmalısın. Tüm bunlar oluyor ise eğer. Olabiliyor ise eğer. İşte. O zaman. “Aşkım” diyebilirsin. Demelisin de. Çünkü. Anlamadın mı hala? Sen aşıksın.
İşte böyle “Aşkım”! Bunu. Her yere yapıştırabileceğin. Bir etiket mi sandın? Evet öyle sandın! Bir “etiket”. Anlamını yitirmiş. Bir kabuk. Bir posa! Öyle sandın!
Marcel Proust, “Kendi düşüncemizin ayırıcı rengini en doğru biçimde aktarmak istiyorsak, etiketleri reddetmeliyiz …..”der, ve ekler “Kendi seçimimizin, kendi zevkimizin, kendi şüphemizin, kendi arzumuzun ve kendi zayıflığımızın izlerini taşıyan şey güzel olabilir ancak”.
Yani, dilin güzelliği kusursuz değildir; Güzel kendimizin olandır. Derinliklerimizden gelendir. Onun için. Bırak sarılmayı kulaktan duyduğuna! Bırak şunun bunun gibi konuşmaya özenmeyi! Eşele kendi derinliklerini.…Yakala bir sözcük! Aklının ucuyla da olsa. Bırak kendi içinden doğsun. Duygularından. Ve o sözcük. Senin olsun. Yalnız senin.
Düşün şimdi. Hayal et. Ilık bir mayıs günü. Deniz. Hafif çırpıntılı. Yürekler gibi. Dalgalar. Yosun yosun köpürüyor. Duygular gibi. Küçüksu’da. Belki de Heybeli’de. İndiniz vapurdan. Yürüyorsunuz el ele. Kaldırımda. Dalların gölgeleri dansediyor. Havada bir esinti. Sümbül sümbül kokan. Tutkular gibi. Oturuyorsunuz, tepedeki çay bahçesine. Belki de. Kırların üstüne. Bir çam ağacı altına. İçiniz ılık ılık. İşte tam zamanı. Tam ortamı. Hadi söyle ona. Senin olanı. Senden doğanı. Derinlerinden geleni.
Bir düşün. Hayır düşünme! Hisset! Ne geliyor içinden? Ne diyeceksin sevdiğine?
“Aşkım” diyemezsin! O sözcük. Çürüdü. Çoktan!
Ne diyeceksin?