İlk hatırladığım bir ateş. Hıdrellez ateşiymiş sanırım. Sağa sola kıvılcımlar saçarak, salına salına gökyüzüne doğru uzanıp giden bir ateş. Bebekliğimde ilk hatırladığım bu. Annemin kucağındayım. Yumuşak bir beze sarmalamış beni. Döne döne ateşin üzerinden atlıyor. Gülüyor. Neşeli anneciğim. Ben de kucağında. Kucak. Sıcacık. İşte ilk “sevgi” yi tam da o anda orada hatırlıyorum. Tarihi tabii ki bilmiyorum. Ama ilk 23 nisan’ım o gündür benim. Sevgiyi hissettiğim gün. Annemin yüzünde “neşe” yi ilk gördüğüm an.
okumaya devam et –>
Benim için ilk. Arnavutköyden, Bebek – Sirkeci otobüsüne biniyoruz. Bilmediğim yerlerden geçiyoruz. Sirkeci garının oralarda iniyoruz. Kalabalık. Çok ses var. Başka bir otobüse geçiyoruz. Çemberlitaşta iniyoruz. Yürümeye başlıyoruz. Anneannemlerin kadırgadaki evine doğru. Etraf bana yabancı. İnsanlar da. Yol boyunca, heryerde, hep annemin elinden tutuyorum. Sıkı sıkıya. Bazan da eteğine yapışıyorum. Tutunuyorum ona. Elimi hiç bırakmıyor annem. Ben de. “Bırakırsam kaybolurum” diye geçiyor aklımdan. Daha da sıkı sarılıyorum annemin eline. “Güven”. Hayatta yalnız olmadığımı hissediyorum o gün. Bu da bir 23.nisan günü. Tarih ne olursa olsun.
Kadırgadaki ev, eski İstanbul evlerinden biri. Ahşap. Sokak kapısının pirinç tokmağını çarpıyoruz. Yani çalıyoruz kapıyı. Zil yok. Kapı açılınca mermer bir avlu var. Tam karşıda, arkadaki küçük bahçeye açılan büyük bir ahşap kapı. Onun arkası benim hayal dünyam. Arka bahçe. Büyük kapıyı ağır ağır itip açınca bambaşka bir dünyaya giriyorum. Serçe sesleri, incir yaprağı kokusu. Mor salkımlar. Küçük ve loş bir bahçe. Tam karşıda çok yüksek bir taş duvar var. Beton yok. Yer yer otlar başını uzatmış taşlar arasından. Hep nemli gibi. Kararmış taşlar. Güneş hep damla damla ışık veriyor bahçeye, dalların çalıların arasından. Titreyen dallar, bazan da gölge oyunları yapıyor taş duvarda. Ben de, “hayaller” kuruyorum o duvarın üzerinde. Saf çocukluk hayalleri. Tertemiz. İşte yine bir 23 nisan anı daha.
Avlunun iki yanında bir üst kata giden ahşap merdivenler. Merdivenlerin kenarında ahşap trabzanlar. Üstleri biraz soyulmuş. Yıpranmış, ama yine de cilalı gibi. Kaygan. Küçücük ayaklarımla merdiveni tırmanıyorum. Trabzanın üstüne çıkıp aşağı kayıyorum. Bunu defalarca yapıyorum. Ta ki annem farkedene kadar. “Oyun” bu. Kendi bulduğum bir oyun, bir “eğlence”. Oyuncak yok. Ama oyun var. Eğleniyorum. Bu da benim 23 nisanım değil de ne?
Dedemin üst katta bir köşesi var. Baş köşe. Hep orada oturuyor. Önünde geniş bir mangal durur. İçinde hep kül vardır. Üfler, külleri uçuştururdum. Annem kızardı. “Her tarafı kirletiyorsun” diye beni azarlardı. O zaman döner dedeme bakardım. Dedem hep benden yanaydı. “ Rahat bırakın çocuğu, mangalda deney yapıyor” derdi. “Hoşgörü”. Yaptığım bir haylazlık değildi. Kül parçalarının renk değiştirmesini, kıvılcım sıçratmasını, yanıp yanıp sönmesini seyrederdim. Üfledikçe daha çok kızarırlardı. Bazan da alev alırlardı. Işte o zaman çok sevinirdim. Hem de merak ederdim. Tekrar tekrar denerdim. Dedem bunu anlardı. Çünkü bana, küllere neden üflediğimi sormuştu. Ben de, orada gördüğüm kıvılcım oyunlarını anlatmıştım. Hoşgörü, sevinç ve merak. Bundan güzel 23.nisan günü mü olur?
Dedem bana çok yaşlı görünürdü. Yüzü derin kırışıklı. Elleri büyük ve kemikli. Köşesinde sakin sakin otururdu. Az konuşur, çok düşünürdü. Önündeki mürekkep hokkasına o ince uzun kalemini özenle batırır, ağır ağır birşeyler yazardı. Kuran yazıyor derdi annem. Kimi zaman beni yanına çağırır dizinin üstüne oturturdu. Sohbet ederdi benimle. Nasihat verdiğini hatırlamam. Peygamber hikayeleri anlatırdı. Bir de Nasrettin Hoca hikayeleri. O kadar ki, Nasreddin hocayı peygamber diye bellemiştim çocuk aklımda. “İyi” olmak ve ”inançlı” olmak. Hikayelerden bunlar kaldı bana. Dedem elleriyle kuran yazarken, sözleriyle de aklıma bunları kazıyordu. İyilik ve inanç. Yine 23 nisan. Başka nasıl olacaktı ki?
Bir gün beni yanına çağırdı. Gözlerini kapa ellerini aç dedi. Elime bir çıta, bir çubuk tutuşturdu. Gözlerimi açtım. Çubuğun ucunda rulo olmuş bir kağıt vardı.Çubuğa yapışmıştı bir kenarından. Tutup kağıdı gerdim. Kırmızı renkti. Üzerinde beyaz bir ay ve yıldız vardı. “Bu ne dede?” diye sordum. “Bayrak” dedi. “Kim verdi?” dedim. “Büyük bir insan” sana bunu hediye gönderdi dedi. “Boyu çok mu büyük, uzun bi adam mı?” diye sordum çocukça. Hayır, hayır dedi. “Aklı, ahlakı, ruhu, gönlü, fikirleri büyük” dedi. Güzel şeyler gibi geldi kulağıma. Anlamamıştım o zaman. Sonra, “neden gönderdi?” diye sordum. “Çünkü bugün senin günün” dedi. “Bu günü de sana hediye etti” diye ekledi.
“Bütün günü mü?” dedim. Evet diye cevapladı. “Herşey yapabilir miyim bugün? Dışarı da çıkabilir miyim? Annemin elini tutmadan“. Evet dedi.” Ama çok uzaklaşma “.
Koşa koşa merdivenlerden indim. Ağır kapıyı yavaşça açtım. Aralıktan sokağa adım attım. İlk adım. Tek başıma. Bir çaresizlik halinden kurtulmuş gibiydim. Bu duyguyu anlatamam. Ruhum aydınlandı sanki. Arnavut kaldırımlı o eski, eğri büğrü sokak pırıl pırıl parıldadı gözümde. Işık saçtı. Kendi kendime yettiğimi hissediyordum. “Özgür” olma haliydi bu. Elimde bayrak. Oynayan çocuklara karıştım. Sessizce.
O gün 23 nisandı. Sahiden.
Sevgili Hocam, Yazılarını zevkle okuyorum. Ellerine sağlık. Selam ve sevgiler. Turgut
BeğenBeğen