Salgın ile birlikte. Aklıma düşüveren. O an’ın. Lise yıllarımdaki o an’ın. İki sembolü vardır. Biri Albert Camus’ nün “Veba” eseri. Diğeri de. Felsefe öğretmenim “Pierre Dubois”. Asla unutamayacağım. Her anımsadığımda. Saygıyla andığım. Sevgili öğretmenim…
Okumaya devam ediniz>>
“Veba”. Felsefe dersinde. İncelediğimiz eserlerden biriydi. Albert Camus’nün eseri. Orijinal dilinde okumuştuk. Ve kelime kelime değerlendirmiştik. Kelime kelime! Hocamız. Bizlerin. “Pére Dubois” diye andığımız. Günlük öğrenci dilimizde de. “Papaz” dediğimiz fransız bir rahipti. Bugün artık. Çok daha iyi anlıyorum ki. Yaşamıma yön veren. Düşüncelerimi oluşturan. Üç hocadan biriydi o. En başta geleni.
Papaz. Bize “Veba” yı kelime kelime okutmuş. İnceletmiş. Sorgulattırmıştı. Bizi her kelime üzerinde. Düşündürtmüştü. O zamanlarda. Tabii ki. Kitabın yazarının. 1957 de edebiyat nobelini alan. Albert Camus’nün. “”Saçma” ya da “uyumsuz” olarak tanımlanan. “Absurd” felsefesini bilmiyordum. Yani ‘Veba’ eserindeki düşünsel alt yapıdan. Habersizdim. Düşünce tarihi. Henüz damla damla iz bırakıyordu zihnimde. Ama yine de. Şunu o zaman bile farketmiştim. O. Veba. Öyle bir eserdir ki. Hiç bir sözcüğü kaçıramazsınız. Tek bir sözcük. Çıkaracak olsanız. Kitap eksik kalır. Öyledir. Her sözcük bir ağırlık. Bir derinlik taşır. O kitabın hiçbir sözcüğünü. Harcamak istemem.
Hocamdan şunu öğrendim ki. Bir kitap okundu deniyor ise. Kendinizi. O kitabın içinde. O sahnelerin içinde. Oradaki olayların içinde. Bir kişi gibi hissetmelisiniz. Ve sormalısınız kendinize. Bu eserde. Bu olayların içinde. Ben kim olmak isterim? İnsanın kendisini keşfetmenin iyi bir yoludur bu. Ben her okuduğum eserde. Öyle yaparım.
Bu sebepledir ki. Yıllar sonra. Hızlı okuma tekniklerini. Öğrenmiş olsam da. Bazı acil. Ve sözcüklerle şişirilmiş. İş raporlarının dışında. Bu tekniği. Hiç bir zaman kullanmadım. Okuduğum her romanda. Öyküde. Denemede… Hiç bir kelimeyi tüketmemeye çalıştım. Her sözcüğü. Sindirmek için çabaladım. İşte. Camus’ nün “veba” sını da. Böyle okumuş olduğumdan. Bugün hala. Diyebiliyorum ki. “Ben vebayı gördüm“. Bugün hala. Diyebiliyorum ki. “Ben Salgını yaşadım“!
O zamanlar. Veba’ yı okurken. Olayları kavrayabilmek hiç de kolay olmamıştı. Çünkü. Salgın. Bir salgın. Nasıl bir olaydır. Bilmiyordum. Çünkü yaşamamıştım. Kitapta. Ne okuyorsam. Onu tasarlıyordum aklımda. Resmediyordum zihnimde. Ve bugün. İlk kez. O salgın denilen olayı. Yıllar ve yıllar sonra. İlk defa yaşıyorum. Görüyorum. İlk defa… İşte tam da bu nedenle. Hemen hatırladım. Albert Camus’ nün. Veba’ sını. Felsefe öğretmenim. Pére Dubois’ yı. Ve o kısa zaman dilimini…
“O an nedir?” diye . Düşünüyor olabilirsiniz. O anı yorumlayabilmek için. Öncesinde. Çok kısa olarak. “Pere Dubois” dan söz etmem gerekir. Sadece tek bir özelliğinden söz edeceğim. Yeterli olacaktır… Hocamız bir din adamı idi. Ayrıca. Vatikanın, Türkiyedeki temsilcisiydi. Yani. Papalık ve kardinallikten sonra. En yüksek aşamaya ulaşmış. Bir katolik din adamı idi. Ama öte yandan. Derslerinde. “Tanrı” sözcüğünü her telaffuz etme ihtiyacı duyduğunda. Şöyle konuşurdu: “Dieu, s’il existe,..” Yani şöyle: “Tanrı, eğer varsa,…” Önceleri yadırgamıştım. Neden böyle konuşuyor derdim kendi kendime. Sonuç olarak. Aile ve mahalle ortamının etkileri ile. Bir Tanrı olduğu. Ve onun “iyi” olduğu. İle ilgili bir düşünce. İçime yerleşmiş idi. Ben de kabullenmiştim. Düşününce de. Beş duyum bir şekilde. Yetmediğinde ve. Aklım gelip gelip de. Bir duvara çarptığında. Ve o duvarı aşamadığımda. O duvarın ardında. Bir güç olduğunu varsayar. O gücün de. Iyi bir güç olacağını düşünürdüm. Yani özetle. Fazlaca sorgulamadan. Bir Tanrı vardır. Görüşü içime yerleşmişti. İşte bu sebeple. Hocanın. Hem de bir din adamının o sözcükleri. Beni düşündürmüştü. “Tanrı, eğer varsa,…” Hoca. “Tanrı yoktur!” demiyordu. Hoca. “Tanrı vardır!” da demiyordu. Peki ne demek istiyordu?.. Bunu derinlemesine kavrayabilmem. Zaman aldı.
Hoca. “Düşün. Ve kuşku duy!” diyordu. Konu. Her ne olursa olsun. Hiç bir şeye. Körü körüne inanma. Kendi aklınla düşün! Diyordu… “Papaz” dan öğrendiğim. En önemli öğreti bu oldu! Tek sözcükle. “Kuşku”. Anlamı çok zengin olan. Bu sözcük bizi yanıltmasın. Buradaki kuşku. Güldürürken düşündüren bir komedinin çığırını açmış olan. Moliere’in kuşkusu değil. Moliere, “Şüpheler en büyük gerçeklerden daha zalimdir” der. Buradaki kuşku. Daha çok. Modern felsefenin öncüsü. Matematikçi, bilim adamı ve filozof. Descartes‘in kuşkusu. O der ki. “Kuşkuyla yaşanmaz, kuşkuyla düşünülür“.
Belki de dönüp dolaşıp. Son söz olarak. Papaz’ın 30 yıl öğretmenlik yaptığı okulda. Farklı zamanda ama. Aynı okulda. Müdürlük yapmış olan. Dünya görüşü. Çağının koşullarını aşan. Türk rönesansının hazırlayıcısı. Tevfik Fikret‘ e kulak vermek uygun olur. “Şüphe, bir aydınlığa koşmaktır“..
Devamı gelecek >>
Önceki yazı : Salgın 5 – Şifre
İzleyen yazı : Salgın 7 –