Aynalar! Akıntının ortasındaki o durgun su parçacıkları. Onları anlamak hiç de kolay değildi biz çocuklar için. Onlara bakmak yetmiyordu. Bunun farkındaydık. Aynaların sırrını öğrenip merakımızı gidermek için tek bir yol vardı: aynaların içine girmek. Bunu düşününce de, bilinmezliğin endişesi sarıyordu içimizi. Bu beynimizin içindeki bir mücadele idi: Merak ile korkunun mücadelesi. Hangisi kazanacakdı?
okumaya devam et –>
Kendimi bildim bileli bu aynalar hep vardı. Hala da varlar. Bazan görünür ,bazan kaybolurlar. Bir de bakarsınız, akıntının köpükleri arasından ortaya çıkıvermişler: saf, parlak, sakin. Akıntıburnundan geçenler, aynaları farkedince, önce biraz şaşırır, sonra da , “aaa bakın burada tuhaf bir şey olmuş..” gibisinden sözlerle yanındakilere işaret eder ve geçer giderlerdi. Bunlar fazlaca meraklı olmayanlardı. Bazı diğerleri ise daha meraklı olurlardı. Aynaların yakınında dururlar, uzun uzun bakarlardı. Uzun uzun seyrederlerdi aynaları. Tek bir söz etmeden. Ne düşünürlerdi bilemem. Ama, bu kadar süre bakakaldıklarına göre, muhakkak bir şeyler düşünüyor olmalıydılar. Ya da dışarıya karşı düşünüyor görüntüsü vermek istiyor da olabilirlerdi.
Akıntıburnu bir sahne gibiydi. Aynalar da, sahnelenen bir oyun. İnsanlar hem seyirciydi, hem de oyuncu. Gelir giderlerdi buraya; Gelip geçerlerdi bu sahneden. Herbiri, bir yandan aynaları seyrederken, öte yandan, sahnelenen bir oyunun değişik perdelerindeki oyuncular gibiydi. Ne diyelim! Birinci perde: “Geçen insanlar” olsun; İkincisi, “düşünen insanlar”.
Bu oyundaki bir diğer perde de, “konuşan insanlar” la ilgiliydi. Bunlar, aynaları görüp seyretmekle yetinmeyip, bu basit tabiat olayını açıklamaya çalışanlardı. Konuşurlar, konuşurlar, farklı farklı düşünceler atarlardı ortaya. Yüksek sesle tartışırlardı da. Çocukken, ” ne kadar çok şey biliyorlar!” diye düşünürdüm. Sonradan, ” ne kadar çok konuşuyorlar “ diye düşünür oldum. Giderek, konuşmanın, hele de, süslü konuşmanın, bilmek demek olmadığını anlıyordum. Yani, bilgi ve mantık pek bulunmuyordu bu açıklamalarda. Daha çok bilgiçce konuşmalardı bunlar. Gerçeğin kendisinden çok, gerçeğin köpükleri. Aklım erdikçe, bu bilgiçce konuşmalar beni hep düşünmeye itmişti sonradan. Doğadaki her şeklin, her hareketin matematik bir ifadesinin olduğunu öğrendiğim zamanlardı o yıllar. Bilgim arttıkça da sorgulamaya başlamıştım. Akıntı hareketlerini, aynaları sayılarla ifade etmek mümkün olabilir miydi acaba? Sonuç olarak orada fiziksel bir olay vardı. Ve bunun fiziksel bir açıklaması da olmalıydı. Sayılarla oynamayı en sevdiğim dönemlerde bile buna bir türlü zaman ayıramadım. Ayırabilirdim, çünkü, en çok keyif aldığım oyunlardan biriydi bu benim için: Tabiatı sayılarla düşünmek. Tabii o zamanlarda, İsrailli astrofizikçi Mario Livio‘nun, ” Tanrı Matematikçi mi? “ sorusundan ve öne sürdüğü cevaplardan henüz haberdar değildim. Keşke olabilseydim. O zaman belki, biraz daha gayrete gelebilirdim.
Sonradan anladım. Bilginin bizi terketmeye başladığı günlerdi o günler. Bilginin boşluk bıraktığı her yeri bilgisizlik dolduruveriyordu. Cehaletin kara köpüğü, girdiği her yerde, bilgiyi kovuyordu. Bugünkü kadar olmasa da..
Gelelim bugüne. Mesela medya, bu basit doğa olayını farketse , nasıl bir algı yaratırdı kimbilir. Nasıl bir hikaye tasarlardı bu aynalar için. Hani diyorlar ya, herşeyin bir hikayesi olmalı diye. Medya nereden bilecek demeyin aynaların hikayesini. Hikayenin gerçek olması şart değil ya! Nasıl olsa her hikayenin, inanmaya hazır, “ alıcıları “ yok mu? Kendi aklıyla düşünemeyen. Sorgulamadan kabul eden. Olur ya, hergün akıntı ile içiçe olan bizler bile, “vay canına!” der, inanırdık belki de. Bilgisizlik işte böyle birşey. Bulaşıcı. Bilginin bıraktığı boşluğu insafsızca dolduruveriyor. Köpükle. Medyanınki “tatlı köpük”! İnsana , kendini iyi hissettirenlerden. Ne de olsa bir hikayesi var!
Daha da kötüsü ne olurdu? Aynaların varlığını, doğa üstü olaylara bağlayanlar türeyebilirdi. Suların altında bir “akıntı canavarı” bulunduğu söylentisi, örneğin, merak uyandıran bir açıklama olurdu. Ya da, kötü olaylarla karşılaşanların, sıkıntılarını bir kağıda yazıp, kağıdı da bir taş parçası ile sarmalayıp aynalara atmaları ile sıkıntılarından kurtulacakları söylentisini yaymak hiç de kötü bir fikir olmazdı. Böylelikle, tuzlu H2O bir anda, “kutsal aynalar” adını alıverirdi. “Sahte köpük”.
Daha kötüsü olur muydu? Neden olmasın! Hele de günümüzde.
Günümüzde, bu olayı bir gösteri işine dönüştürmek işten bile değil! Doğadaki her hareketi fırsat olarak görüp, paraya çevirmeye hazır “girişkenler” varken! Bu kadar pazarlamacı, bu kadar iletişimci de, yaratıcılıklarını kullanacak yer arayıp dururken, olur mu olur!
Akıntıburnunu önce “şöhret” sonra da “marka” yaparlar. Ayna içerikli sözcüklerin patentini alırlar. Ayna falı, ayna büyüsü, ayna diyeti…Ayna markalı hatıra eşyaları üretirler. Akıntı suyunu şişelere doldurup satarlar. Akıntıburnu festivalleri; Ayna panayırları..derken, servetlerine servet katarlar… Sonunda, ayna konaklarını da oraya dikerler. Aynalar yokolur. Gösteri de sona erer. “Kirli köpük”.
Sonuç olarak, yalnızca çocukluğun temiz duyguları kirletilmekle kalmaz, aynı zamanda çocukluk anıları da konakların temellerine gömülmüş olur.
Aslında, biz çocuklar için, bunların hiç biri aklımızın ucundan bile geçemezdi o tarihlerde. Söyleyecek fazla sözümüz olamazdı aynalar için. Ne söyleyecektik ki? Akıl yürütecek bilgilere bile sahip değildik o yaşlarda. Bizim için gerçek basitti. Gerçek oradaydı! Su’ daydı. Ne görüyorsak oydu. Ve bunu anlamak için de tek bir yolumuz vardı: Suya atlamak, aynalara dokunmak, aynaların içine girmek..
O günlerden kalan bir içgüdüdür bu. Bugün hala inanırım ki, bazı şeyleri denemeden anlayamazsın. Öğrenemezsin. Içlerine gireceksin olayların. Dokunacaksın onlara. Hayatın köpüklerine tutunamazsın. Seni taşımaz. Hayatın sularında ilerleyeceksin. Bütünleşeceksin. Derinden hissedeceksin. Yaşayacaksın onunla . Kucaklayacaksın gerçeği.
Saf doğa’nın çocukları kızılderililerin, bizden çok çok öncelerden, söylediği gibi: “söylersen unutabilirim, gösterirsen hatırlayabilirim, yaparsam anlarım”.
Eğer aynaları anlamak istiyorsak, yapacağımız belliydi.
Korkunun içinden geçmeliydik. Merak kazanmalıydı.
> devamı gelecek
önceki yazı : Büyük Akıntı 4 – Aynalar
izleyen yazı : Büyük Akıntı 6 – Deniz