Sıfıra Yetişmek

Untitled

 

Geldin gideceksin. Hepimiz öyle. Sıfıra doğru yol alıyoruz. Evet ama, bu kadar da acele etme.

Bakıyorum da, kolları sıvamışsın. Yoğunsun. Hızlısın. Bir seferberlik halindesin. Hayatı anlamadan, hayatını yaşamadan, sıfıra koşuyorsun! Daha da kötüsü, bunu hayata katılmak sanıyorsun. Değil ama!

okumaya devam et –>

Bir arabaya biniyorsun. Bir yerlere ulaşmak için yola çıkıyorsun. Hızlanıyorsun. Baktın ki yetişemeyeceksin. Daha da hızlanıyorsun. Elin direksiyonda. Terlemiş. Gözün bazan hız göstergesinde, bazan yakıt ölçerde. Km ler tek tek atıyor, yakıt çubuğu aşağı doğru eğiliyor belli belirsiz. “aman yakıt bitmesin”! Endişe. Arada bir aynalara bakıyorsun. Bir kamyon seni sollamaya çalışıyor. Burnundan soluyorsun. “Yok artık”! Hiddet. Arkandaki araba, her nedense far yapıp duruyor. ” Görmüyor mu önümün dolu olduğunu”! Öfke. Bütün dünyan, içine sıkıştığın, o araba senin için. Olsun olsun da yedi sekiz metreküp. Dünyan bu mu?

Farkında mısın neleri kaçırdığının bu arada? Sana el eden, kasketli küçük çocuğu görmedin tabii ki. Yol kenarındaki. Önündeki sepette incirler vardı. Daha bu sabah toplamıştı. Bahçelerindeki o heybetli ağaçlardan. Dedesinin dedesinin dikmiş olduğu. Merak etmedin bu ağaçların hikayelerini. Beton işgaline nasıl direndiklerini… Kırlıkda koşan tayı da mı görmedin sen? Sahibiyle inatlaşan.Yularından kurtulmak için şaha kalkıp duran. Serbest kalmak için mücadele veren. Köpeklerin, neden tayın üstüne sürüldüğünü sanıyorsun? Sormadın kendine… Dağın eteğindeki köyden  yayılan kalabalığı da farketmedin. O bir düğün alayıydı. Ama hiç de bir heyecan yoktu. Gelinin yüzü gülmüyordu. Hüzünlüydü. Neden dersin? Tabii sen bunları da göremedin. Daha bir dolu hayat anı, sen farkedemeden kaydı gitti elinden.

Bu, bir seferberlik hali değil de ne? Tüm imkanlarını bir arabanın içine doluşturmuşsun. Tüm duygu ve düşüncelerin bir trafik kapanıyla sınırlanmış. İyiden iyiye küçültmüşsün hayatını. Daraltmışsın. Sen hayata katılmıyorsun. Hayatı kaçırıyorsun. Biraz daha gaza bas. Geç kalıyorsun! Hangi sona yetişmek istiyorsan. Sıfıra mı?

Bu sadece küçük bir görüntü, bir örnek aslında. Durup bir düşün; Hayatın bunlarla dolu. Böyle yaparak hayata katıldığını mı sanıyorsun? Yanılıyorsun. Hayata katılmak demek, kendini hayatın her anında var etmek demek. Var olmanın bilincine varmak demek.

Hayata katılmak önce düşünmek demek.

Düşüncelerin ne kadar zenginse, ne kadar derinse, o kadar çok anlarsın hayatı. O kadar çok katılırsın hayata. Ve o kadar çok varırsın tadına hayatın. Unutma ki, dünyanın neresinde olursan ol, bulunduğun yerde değil düşündüğün yerdesin. Bir yere gitmekle, orada olmazsın. Düşüncen ne kadar zengin ise, o kadar çok o yerde olursun.

Düşünceni zenginleştiren sahipolduğun iç yaşantındır. Duyguyla, sezgi ile, içgüdü ve duyarlılıkla harmanlanmış bir dünya. Sürekli yenilenen, çeşitlenen ve derinleşen bir iç dünya. Leibnitz ‘ in dediği gibi, “düşünce, içimizdeki dünyaya yönelttiğimiz dikkattir”. Senin bir iç dünyan var mı? Zengin mi? Kendinle başbaşa kalıp keşifler yapacak kadar. Yoksa sen bir “boşgezer “ misin? Kendini oradan oraya atan; Sonra da bunu yaşamak sanan.

Bir düşün. Neye yöneltiyorsun dikkatini, arabanın içindeyken? Önündeki ardındaki arabalara. Karşına çıkan ışıklara. Bir ihtimal trafik işaretlerine. Belki yayalara. Hepsi bu. Varsa yoksa araba.

Eğer düşüncelerin derinleşmemişse; Eğer sezgilerin harmanlanmamışsa duygularınla, görsen bile kavrayamazsın köpeklerin neden o genç tayın üzerine sürüldüğünü; Anlayamazsın düğün alayındaki hüzünü. Farkedemezsin, çocuk yaşındaki gelini. Düşüncelerin incelmemişse, yoğrulmamışsa sezgilerinle, hissedemezsin, incir satan çocuğun gözlerindeki mücadele kırıntılarını.

Modern felsefenin kurucusu kabul edilen Rene Descartes, varolduğumuzu anlamanın “düşünmek” ten geçtiğini ifade etmişti, bundan dört asır önce. “Düşünüyorum, demek ki varım” ifadesiyle modern felsefenin temellerini atmıştı.

Descartes ‘ dan dört asır önce ise, Mevlana dillendirmişti aynı görüşü :     “ ..herşey düşünceden ibarettir, gerisi et ve kemiktir.”

Fransız romancı Marcel Proust’ un uyuyamadığı zamanlarda, okumaktan en çok hoşlandığı şeyin tren tarifeleri olduğu söylenir. Tarifeyi pratik bir ihtiyaç için okumuyordu tabii ki. Daha çok taşra yaşantısını anlatan ilginç bir romanmış gibi okuyordu onları. Yalnızca taşra tren istasyonlarının adları bile, onun hayal gücü için yeterli bir malzemeydi. Buradan yola çıkarak yaşamlar kuruyor, köylerdeki aile dramlarını, yerel yönetimlerdeki açıkgöz memurları kafasında çizebiliyordu. Bunu nasıl yapabiliyordu?

Proust’ un ünlü sözü “önce tesadüf,sonra sanat” tır. O, sanatı, hikayeyi tesadüfen rastladığı küçük şeylerde, ince ayrıntılarda bulabiliyordu. Bunların daha zengin ve daha geniş bir bilince yol açtığına inanıyordu. Eğer derin bir iç dünyası olmasaydı, ince ayrıntılardan yüksek hayallere kanat açabilir miydi?…Yapabilir miydi?

Herkes aynı yere bakabilir. Ama herkes aynı şeyleri görmez. Hayatı, düşüncelerinin açtığı pencerelerden görürsün.

Düşündüğün kadar görürsün; düşüncelerinle duyarsın; düşüncelerinle koklar, düşüncelerinle tad alırsın. Düşüncelerinle dokunursun. Özetle, düşüncelerinle hissedersin hayatı.

Hayata katılmak düşünce ile başlar.

Ama düşünce ile bitmez.

>> devamı gelecek

önceki yazı : Sıfıra Yolculuk

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s