Kızgın asfaltın üzerinde yürümeye başladık. Çıplak ayakla… Koymuştuk bir kez aklımıza, o yaz dönemi içinde yapacaktık muhakkak… Yapacaktık ki okullar açıldığında tekrar tekrar anlatacak güzel bir hikayemiz olsun. Belki her seferinde biraz da abartarak. Neden olmasın?
Eğer kendimiz bir hikaye yaratamıyorsak, anlatacak bir şeyimiz de olamazdı. TV dizileri yoktu, çünkü TV yoktu. Gündem kızıştıracak bir spor medyası da yoktu. Herkesin ortak olarak konuşacağı bir şeyleri kimse sunamazdı bize. Ne yapabilirdik ki?
Biz de hikayelerimizi kendimiz yaratırdık. Ve hikayelerimiz daima yaşadıklarımız olurdu. Başkalarını değil kendimizi konuşurduk. Herkesin izlediği ekranlardan aktarılan sahte yaşamları değil; dünyanın nabız atışına tüm bedenimizle, tüm benliğimizle katıldığımız anları konuşurduk.
Evet, o gün bugündü. Deniz hafiften çırpıntılıydı. Hava da açıktı. Yani her şey uygundu. Evet, bugün iyi bir gündü. Ne zamandır düşündüğümüz şeyi yapabilirdik.
Aslında akıntıburnuna indiğimizde, hiçbirimizde böyle bir düşünce yoktu. Yaz günlerinin herhangi birinde olduğu gibi havlumuzu omuzumuza atmış, sahile inmişdik. Plansız, programsız. Kimlere rastlayacağımızı bile bilmeden. Hergün böyle olurdu. Sahile inerdik ve gün kendiliğinden şekillenmeye başlardı. Biz raslantı insanlarıydık. Aylaktık. Hiç acelemiz yokdu. Zamana yenik düşmezdik. Zamanın içinde yüzerdik.
Güneşin en acımasız olduğu günlerdi. Hele öğle zamanları iyiden iyiye yakardı.Bu nedenle deniz kıyısına inmeden eczaneye uğrar kakao yağı alırdık. Vücudumuza sürmek için. Korunma amacıyla. Şimdi bu da nedir diyeceksiniz. Bu kendimizi korumanın tek yoluydu o günlerde. Günümüzde sayıları giderek artan o çok faktörlü güneş kremleri yoktu o zamanlar. Önce 3 sonra 10, yetmedi 15 şimdilerde ise 50 leri geçen sayıda faktör içeren koruyucu kremler yoktu. Şimdi varlar da ne farkediyor sanki? Güneşin huyu mu değişti? Atmosfer sahiden daha mı inceldi?. Dünyayı bu kadar çok insani sorun sarmışken, bilimsel araştırmaların hassas kremler araştırmaktan başka bir önceliği kalmadı mı? Yoksa, aslında o bilimsel araştırmalar da sadece sözde mi? Bir parça kakao yağı alır sürerdik. Yeterdi. Herkese yeterdi.
Macera aradığımız yaşlardaydık. Macera dediğimiz şey kendiliğinden olmazdı. Macerayı biz yaratırdık. Son günlerdeki en önemli konumuz da, Rumelihisarı’ndaki fenere kadar gidip, oradan denize atlamak ve kendimizi akıntıya bırakıp, gidebildiğimiz kadar gitmekdi. Iddiamız bu idi. Aklımız buna takılmışdı.
Tabii bizim yaz ödevlerimiz yoktu. Gidilecek kurslar, hazırlanacak sınavlar da. Evimizde bir bilgisayar, elimizde bir telefon yoktu. Televizyon mu? Hareketli resimleri ancak sinemada görebilirdik o zamanlar. O da ancak akşamları açık hava sinemasında. Gezecek bir arabayı hayal bile edemezdik. Yoldan bile araba geçmiyordu ki o günlerde. O kadar geçmezdi ki, yolun tam ortasına, yola dik olarak uzanır ve zaman tutardık. Bu bir oyundu. Riskli bir oyun. Yoldan araba gelse de gelmese de, en az şu kadar dakika yoldan çekilmeyeceğim türünden bir iddia oyunuydu bu. Anımsıyorum da, arabaların geçmediği uzun dakikalar olurdu. Ve biz giderek iddia ettiğimiz süreyi artırırdık. Tabii zaman zaman yoldan kaçmak zorunda kaldığımız anlar da olmadı değil. Ama, arabaların gelip gelip de, tam da bizim yere uzanmış bedenimizin hemen yanı başında durmak zorunda kaldıkları anlar yok mu? İşte o an her şeye bedeldi! Oyun işte! Hayatın her anını oyun gibi gören, ama eğlenecek oyuncakları olmayan çocukların riskli oyunları. İyi ki de yokmuş oyuncaklarımız! Şunu anlamıştım o zamanlar; herhangi bir konuda, elinizde imkanlar yoksa ama hevesiniz ve tutkunuz varsa, işte tam da o anda yaratıcı oluyorsunuz. Zorunlu ama doğal bir yaratıcılık bu. Bu nedenle de, ölçüyü aşan bir bolluğun, yaratıcılığı yok ettiğini düşünmüşümdür hep. Ya da yapay yaratıcılıklara yol açtığını…
Bugün, araba bolluğu nedeniyle artık yollarda böyle bir oyun oynama şansının kalmadığını biliyorum. Birbiri ardına sıralanmış uzun araba konvoyları var artık bu yollarda. Yoldan geçtikleri de söylenemez. Çünkü geçecek kadar hızlanamıyorlar. Belki de emekleyerek lastik lastik ilerliyorlar demek daha doğru olur. Yolun ortasına yatamasanız bile, bu kalabalık içinde de bazı oyun fırsatları vardır muhakkak, bizim göremediğimiz. İğneden geçen iplik gibi, yoldaki ve kaldırımdaki arabalar arasında kıvrılıp duran motorsikletli kuryeler belki de böyle bir oyun oynuyorlardır aslında. Kim bilir?
Bizim oyuncaklarımız yoktu. Ama oyunlarımız vardı. Ve bizim için hergün bir oyun günüydü çocukluğumuzda. Yolda kıvrıla kıvrıla giden motorsikletli kuryelere bakıyorum da… Ne mi görüyorum? Yalnızca bir iş telaşı görmüyorum bu genç çocuklarda. Belki bir yemek paketini, belki de önemli bir belgeyi bir yerlere yetiştirecekler diye düşünebiliriz. Ama o motorsikletin üzerinde oturanın tek duygusu bu değil. Oturuşu, duruşu, gidiş şekli, kullanma biçimi bambaşka görüntüler veriyor etrafa. Bazan ben burdayım diyor.Bana bakın. Nasıl da kullanıyorum makinayı. Görüyor musunuz ehlileştirdim teknolojiyi. Onun efendisi oldum ben. Bu bir kibir. Hükmetme duygusu. Bunlar, şöyle veya böyle çocukluğunda oyun oynama fırsatı bulabilmiş olanları muhtemelen. Bir de çocukluğunda oyun oynayamayanlar var. Belki çocukluğundan başlayarak iş peşinde koşup para kazanmak zorunda olduklarından. Simit satarak, tamirci çıraklığı, berber kalfalığı yaparak. Bunlar eve ekmek getirenler. Ve oynayacak zaman bulamayanlar. Ya da oyuncağa verecek parayı hiçbir zaman bir araya getiremeyenler. Bunlar oyuncaklar dünyasında yaşayıp da oyun oynayamayan çocuklar. İşte bunlar için motorsiklet, geç gelmiş bir oyuncak. Ve bir şeyleri bir yerlere yetiştirmeye çalışırken aynı zamanda oyun oynuyorlar oyuncaklarıyla. Motorsikletle. Yollarda…
> izleyen yazı: Akıntıburnu 2 – fener
Gozlerim yasardi Haluk’cum. Harikasin.. Beni parcasi oldugum,yillar onceki anilara goturdun. Sevgiler
BeğenBeğen