Ünvan Sığınakları

_valye

Önce yol kenarındaki böğürtlene sordum, Senin ünvanın var mı?”… Tuhaf bir şekilde bakakaldı. Sanırım anlamadı soruyu. Biraz daha ilerleyip, koruluğun ortasındaki çınar ağacının yanına gittim bu kez. Ne de olsa o heybetli bir ağaçtı, beni anlardı. Senin ünvanın ne?” diye sordum ona da. Benim ünvanım yok dedi. Biraz şaşırmadım dersem yalan olur. Koskoca çınar… Heybetli mi heybetli… Hele marifetleri saymakla bitmez. Herşeyden önce bir gölge ağacı. Kirli havaya dayanıklı. Mürekkep yapımında bile kullanılıyor. Diş ağrısına dahi iyi geliyor. Yanıkları iyileştiriyor. Kökleri, kabukları ve yemişleri ayrı ayrı faydalı… Ama ünvanı yok işte! Olmalı mıydı?

Öte yandan, böğürtlen deyip geçmeyin. Onun, yol kenarında boynunu büküp durduğuna da aldanmayın… Evet o bir dikenli çalı. Ama, ağrıları dindirir, kanı temizler, tansiyonu düşürür. Meyvelerini yiyin. Ya da reçelini yapın… Kuvvetlendirir. Ama ne yazık ki, onun da ünvanı yok. Sadece böğürtlen işte.

Her ikisinin de bu kadar marifetleri var. Ama ünvanları yok. Ben şaşırmayayım da kimler şaşırsın? Yılmadım, devam ettim. Çam ağacına da sordum… Selviye de… Güvercine, kartala da sordum. Yeşil çimenlere ve zeytin ağacına; sıçrayan tavşana, koşuşturan kediye, doğadaki her tanıdığa sordum. Ama nafile! Hiçbirinin ünvanı yoktu.

Ama insanların var!

Tuhaf değil mi, doğada bir tek insanların ünvanları var. Her zaman da var olmuş. Hem de çeşit çeşit. Üstelik de giderek artıyor. Saymakla bitiremeyiz: müdür, kağan, kont, doçent, ustabaşı, hünkar, arşidük, koordinatör, çar, ağa, şövalye, asistan, müsteşar, şef, kraliçe, sultan, psikopos, rektör, çarkçı başı, firavun…

Bu kadar çoksa, bu kadar zamandır da varsa, çok önemli bir ihtiyacı karşılıyor olmalı diye düşünmeli miyiz? Ve acaba hangi ihtiyacı? Bunu anlamak için hayatımız içinde tanık olduğumuz bazı sahneleri hatırlamak yeterli olur sanırım. Mesela, sahne bir evin oturma odası. Yeni kapı komşuları misafirlikteler. Ev sahibi soruyor: “Oğlumuz ne iş yapıyor?” Baba cevaplıyor gururla: Şef yardımcısı, yakında müdür olacak”; “Sonra da sırada genel müdürlük var diye ekliyor oğlanın annesi. Başka bir sahneye gerek var mı? Bence yok. Benzerine her yerde rastlayabilirsiniz. Yalnızca zaman, sahne ve oyuncular değişir; o kadar.

Ünvanlardan söz etmişken, belki bir de çocukluğumdan beri, haksızların, köşeye sıkıştıkları tüm zamanlarda tanık olduğum şu çaresizlik haykırışını da hatırlamalıyım: Sen benim kim olduğumu biliyor musun?… Sanırsınız ki çok yetenekli bir keman sanatçısı! Ya da bilimsel bir buluşa imza atmış! Belki de gizli bir hayırsever! Aslında hiçbiri değil. Yakınından bile geçemez. Ne olduğunu anlamak için bir sonraki cümleyi beklemeniz lazım: Bak, ayağını denk al, ben bir …! Yüksek sesle haykırılan bu cümlenin sonlarında bir yerlerde hep bir ünvan vardır.

Böyle anlarda aklıma koruluktaki ulu çınar ağacı geliyor. Küçük bir tohumdan doğdu. Fidan oldu. Gelişti, büyüdü. Büyümek için müdür çınar olmadı. General çınar olmayı da özlemedi. O hep çınar olarak büyüdü. O hep çınar kaldı. Ya yol kenarındaki böğürtlen? Köşede farkedilmeyen bir çalıyım, bari bana da vezir böğürtlen desinler diye heveslenmedi. Böğürtlenliğini bildi. Çınar olmaya da özenmedi. Böğürtlenliğini yaşadı. Sekiz milyondan fazla canlı türü biliniyor doğada. Ama bir Rektör kertenkele yok. Hiçbir meşe ağacı amir değil. Boşuna aramayın. Şef gergedana da rastlanmıyor.

Ünvanlara yine de haksızlık etmeyelim! Belki de başlangıcında, ünvanlar yalnızca görevleri ayırdetmeye yarayan birer etiketti. Saf ve temiz birer işaretti yani. Her ünvan bazı yetenekler gerektiriyordu ve tabii belirli bir kişilik yapısını da. Bir zamanlar Avrupa’da soylular sınıfının en alt düzeyi olan şövalyelik ünvanına bakalım mesela. Bir şövalyeden savaşçılık, liderlik, güçlülük vb. yetenekler kazanması istenirdi. Bunun yanısıra, sadakat, onur, adillik ve kötülüğe karşı durma gibi kişilik özelliklerine sahip olması da beklenirdi. Bunun için yedi yaşında, şehirde bir soylunun şatosunda hizmete verilir, burada soyluluk davranış ve kurallarını öğrenirdi. On dört yaşından başlayarak, mızrak, kılıç vb. şövalye silahlarını kullanmaya başlardı; savaşma becerilerini geliştirirdi. Yirmi bir yaşına gelince uzun ve ciddi bir törenle şövalyelik ünvanını alırdı. Bu ünvan, uzun ve zorlu yıllar sonunda kazanılsa da, şövalyelik ünvanı bir amaç değildi. Bir araçtı. Doğruluğu ve iyiliği temsil etmek, kötülüğün ve acımasızlığın karşısında durmak için bir araç…

Bir de bugüne bakalım. Bugün ünvanlar birer amaç. Bu kadarla da kalmıyor. Aynı zamanda her ünvan, bir diğer ünvana ulaşmanın aracı. Tek ünvan yetmiyor yani insanlara. Toplumun üzerine atılmış bir ünvan ağı var. İlmik ilmik örülen bir ağ. Bir kez yakalanmaya görün! Yavaş yavaş içinizi boşaltıyor. Nasıl mı? Diyelim ki, ünvan geniş bir çanak. Başlangıçta içinde yetenek ve kişilikle harmanlanmış sade bir karışım vardı belki. Ama ya şimdi, içinde neler yok ki? Şöhret var, maddi hırs var. Güç edinme arzusu, itibarlı olma kaygısı var. Servet edinme sinsiliği orada, tanınma özlemleri de orada. Nasıl bir karışım bu? İsminizin önüne iliştirilen tek bir sözcük her şeyi silip süpürüyor. İsminizi bile! Toplum ismine değil ünvanına bakıyor. Alain de Botton’un tesbit ettiği gibi; Toplum ne kadar yoz olursa, ünvanların cazibesi de o kadar güçlü oluyor… Ve biz devam edelim: Ünvanların cazibesi ne kadar güçlüyse, ünvan sahiplerinin etrafı da o kadar dolu oluyor.

İşte tam da bu noktada bir alışveriş başlıyor. Topluma ne kadar faydalı olduğu tartışmalı yapay bir alışveriş. Tek bir boş sözcük çok kişiyi besliyor. Ve boş bir sözcükle bu kadar da çok şey elde edilebiliyor. Ünvan bir sermaye. Büyülü bir iksir gibi. Ama, cadı kazanında hazırlanmış olanı. Bir damlasını içen bir daha kendisini zor kurtarıyor. Bekçi, bekçibaşı olmak istiyor. Memur, şef olmak için gün sayıyor. Şef ise müdürlük için koşturup duruyor. Sonu yok bunun, geriye dönüşü de… Önce diyelim doçent oluyor. Bu arada müsteşarlık kapıyor kamudan. Yani hem doçent hem de müsteşar oluyor ama yetmiyor. Sonra profesörlük geliyor, yetmiyor. Ardından diyelim ki dekanlık. O da yetmiyor ve bu böyle sürüp gidiyor. Ünvan sarmalına bir kez yakalandın mı, artık çıkışı yok bunun. Gidebildiğin kadar gitmek için çabalıyorsun. Kurmaca bir dünyada yaşıyorsun ünvanlarınla. Ama, gerçek yaşam altından kayıp gidiyor. Farkına bile varamıyorsun. Boşluktasın ve ağırlığın yok. Her ünvan seni bir yana çekiyor. Her çırpınışta kişiliğin parçalanıyor. Omurgan ufalanıyor. Her yeni ünvan içinden bir parça koparıyor. Aslında parça parça ve yavaş yavaş yok oluyorsun. Daha yaşarken.

Bir an durup da şu soruyu sorsan ya kendine: Ben miyim önemli olan, yoksa toplumdaki konumum mu? Hangisi daha önemli; adım mı, ünvanım mı? Benim ne olduğum mu, yoksa başkalarının beni nasıl düşündüğü mü?”

Epiktetos’un on dokuz asır önce fısıldadıklarını da mı duymadın: “Beni varlıklı yapan, toplumda edindiğim yer değil; kendi düşüncelerim ve yargılarımdır, kendi içimde taşıdıklarımdır. Yalnızca bunlar tam anlamıyla bana aittir ve asla elimden alınamazlar.”

Seviyorum çınar ağacını, defneyi, manolyayı. Çünkü onlar sahici. Saklanmıyorlar ünvan sığınaklarına.

Ünvan Sığınakları” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s