Eskiden spor bir “oyun“du. Bugün bir “iş” oldu. Herşeyin alınıp satıldığı bir piyasası var sporun. İş denilen şey ise, sporun ticaretle içiçe geçtiği bir faaliyet alanı. Ama özü “gösteri ve eğlence”. Bu kendine özgü bir iş. Kitlelerin duygusal tatminini paraya dönüştürüyor. İşi yapan yürüten kim? Kulüp. Bu kulübü yöneten kim? Yönetim kurulu. O zaman sorumluluk da onda. Kısaca özeti bu.
Okumaya devam et –>
Biliyoruz ki, bir organizasyonda iyi sonuçlar iyi yönetim ile geliyor. Spor kulüpleri için de böyle. Herhangi bir organizasyonu iyi yönetebilmenin başlangıç şartı ise o organizasyonu ve yaptığı işi anlamaktan geçiyor. Bu ihtiyaç spor kulüplerinde daha da fazla. Çünkü spor “heyecan” demek. Ve heyecanı anlamak ve yaratmak da kolay değil. Marriott şirketlerinin kurucusu, işadamı Bill Marriott, ticari organizasyonlar için bile yapıyor bu vurguyu: “ ..bir organizasyonda, heyecan üretemezseniz, pek fazla bir şey yapamazsınız..”. Kaldı ki, kulüpler ticari beklentilerden çok, duygusal bağımlılıklarla hayat buluyor. Akılcı bir düzen ve mantık yerine, akıldışı bir tutku ve duygular öne çıkıyor spor organizasyonlarında. Bunu kavramak da kolay olmuyor. Ama zorunlu! Soracağız kendimize: Kavradık mı?
Kulübü anladık diyelim. Bu demektir ki, nasıl bir iş coğrafyasında bulunduğumuzu ve nasıl bir iş ikliminde yaşadığımızı hissedebiliyoruz artık. Kulübün Kökleri, iddiaları, kaabiliyetleri ve değerleri bize yolu gösterecektir. Yönetmek için yola koyulabiliriz. Ama, yola koyulmadan önce hazırlanmalıyız değil mi? Hazırlanmak. Yani bir “plan” yapmak. Yönetimlerin ilk işi bu. Pusulasız ve haritasız çıkılır mı yola? Önümüzü gösteren bir el fenerinden değil, uzağı gösterebilecek bir projektörden söz ediyoruz tabii ki. Plan geleceği aydınlatan bir ışık. Plan, yönetimin gelecekle kurduğu bağ. Kulübün geleceğine nasıl hükmedileceğine ilişkin bir irade. “Eğer, başarının planını yapmazsak, başarısızlığı planlarız”. Çünkü, gerçek şudur ki “ Ya bir planımız vardır, ya da başkalarının planının bir parçası oluruz.” Bunun ortası yok! Eğer bir planımız yok ise, olayların akışına teslim olmuşuz demektir; Kulübün geleceğini, dışımızdaki insiyatiflere teslim ediyoruz demektir. Farkında bile olmadan. Plansız olmaz! Soracağız kendimize: Var mı bir planımız?
Organizasyonlarda, özellikle tepe noktalarda, yönetim değişiklikleri olduğunda, ilk 100 gün boyunca , hiç bir eleştiri yapmama geleneği vardır. Örneğin ABD politik sistemi bunu uygular. Spor kulüpleri için de geçerlidir tabii ki. Bakmayın siz ilk 100 günde yapılan eleştiri ve övgülere. Çoğu ön yargılı ve dayanaksızdır. Bu dönem, seçenlerle seçilenlerin birbirini anlama dönemidir aslında. Yöneticiler hazırlanır. Genel kurul izler. Yönetimin davranış ve yaklaşım şifrelerini çözmeye çalışır. Bu bir ilk izlenimdir. Aman dikkat! Çünkü, bir kader gibi de yapışır alnına yönetimlerin, ilk 100 gündeki insiyatifleri. Kolay kolay da unutulmaz. İzleri derindir. Sonraki görüşlere yön verir. Esas değerlendirmeler 100 gün sonrasında başlar. Ve de eleştiriler. Eleştiriler. Tabii ki olacaktır. Alınmak yok. Kızmak da yok. Anlamak ve faydalanmak var. Sıkıntı duymamalıyız eleştirilerden. Ve kaçmamalıyız. Hatta davet etmeliyiz eleştirileri. Her yaptığımız, sorgusuz sualsiz onaylanıyorsa, esas o zaman kuşku duymalıyız yaptıklarımızdan. Fransız şair ve eleştirmen Nicolas Boileau, neredeyse 5 asır öncesinden söylemiş: “..Kusurlarınızı, size söyleyecek arkadaşlar bulun yanınıza…” Bence haklı. Çünkü, hiçbirimiz hepimizden daha akıllı değiliz.
100 gün. Yönetimin hazırlanacağı dönem bu. Peki, bu hazırlık nasıl olacak derseniz…Düşünülmesi gereken “altı basit soru” var yönetenlerin önünde. Cevaplanmayı bekleyen.
Yola çıkmadan önce.
> Devamı gelecek
Önceki yazı: Kulübü Anlamak
İzleyen yazı: Kulüpte Hazırlık Maçı