İK ne işe yarıyor?

images-1

Organizasyonların insanlarla ilgili sorumluluk taşıyan bölümlerine uzunca bir süredir “insan kaynakları” deniliyor. İlginç bir bölümdür. Farklıdır. Diğerlerine benzemez… Her şeyden önce bilinen standart bir yapısı yoktur. Parayla, üretimle ya da satışla ilgilenen birimler, sorumluluklar açısından, şirketten şirkete temel bir farklılık göstermezken, bir şirketin İK düzeni ve uygulamaları diğer şirketlerinkinden temelde farklı olabilir. Ayrıca, her bölüm kendi sorumluluklarını kendileri yerine getirirken, İK nın işleri diğer bölümlerde yapılır. Belki de bundan dolayı, herkes İK yı bilir; bildiğini düşünür…Güzel de, gerçekten bilir mi?

 

Zaten sorun tam da bu noktadadır. İK uygulamaları sağlam ve geniş bir bilgi temeline dayanıyor olsa da, herkesin bir çözümü, bir önerisi, bir reçetesi vardır. Ve olur olmaz bir zamanda bunu gündeme taşıyabilirler. Hele ki İK bir boş alan bırakmışsa. Bunları olumsuzluk ve eleştiri anlamında söylediğim sanılmasın. İK işinin gerekleridir bunlar. İK’nın tarihinden kaynaklanır. Aslında İK nın bugünkü konumuna gelmesi hiç de kolay olmamıştır. Diğer bölümlerle karşılaştırıldığında zor ve mücadeleli bir yoldan gelmiştir. Adım adım ilerlemiştir. Kendisini kabul ettirmesi ve yöneticiler masasına oturabilmesi zaman almıştır. Farklı rolleri üstlenmiştir.

1800’lerin sonlarında ilk atölyelerde bekçilikle başlamıştır işine. 1900’lerin başında kayıtlar tutan katip olmuş, 1930’larda da idari sorumluluklar üstlenmiştir. Bir anlamda fabrikanın kahyası olmuştur. Yönetici ünvanını kuşandığı kritik dönemeç 1950’li yıllardır… Atölyelerin bekçisi elli yıl içinde şirketin “personel yöneticisi” olmuştur. Bugün İK adına yapılmaya çalışılan uygulamaların çoğunun kökleri ve temeli bu dönemde gelişmiştir. Ama bugün bile hala, ünvanı İK olup da geleneksel personel yönetim uygulamalarını hayata geçiremeyen çok sayıda adı büyük şirkete rastlarız ülkemizde.

Personel sözcüğünün yerini İK’ya bırakması, dünyada 1980’lerde olmuştur. Hiç kuşkusuz bu yalnızca bir kavram değişikliği değildir. Değişen bir anlam ve gelişen bir sorumluluk vardır bunun ardında. Türkiye’deki şirket uygulamalarına bakıldığında bu değişikliğin bugün bile anlaşılmış olduğunu söylemek zordur. Daha bu tam anlaşılamadan, 2000’li yıllara doğru, İK kavramının çeşitlendiği de gözlemlenmiştir Türkiye’de. Bu da bir özentiydi; kolay yoldan kendini farklı gösterme çabasıydı; tutmadı. Şirketlerin bir çoğu daha personelcilik uygulamalarında debelenirken tutamazdı da. Dünyada Stratejik İK olarak ifadesini bulan bu yeni aşama, İK fonksiyonunu, şirketin toplam performansından sorumlu tutuyor ve İK’ya şirket tepe yönetimlerinde öncü bir rol veriyordu. Önceki aşamaları yaşayamamış bir İK’nın bu yeni sorumluluğu algılaması ve bu yeni rolü üstlenmesi beklenemezdi. Zaten, bir yandan iş dünyası gelenekleri, öte yandan işveren bakış açısının da buna gerekli ortamı sağlayacağı kuşkuluydu.

İnsanla ilgili sorumluluk paketinin böyle bir evrimden geçmesi bir rastlantı ya da masa başı kurgusu değildir. İş dünyasındaki ekonomik, teknolojik, sosyal, vb… değişikliklerin bir sonucudur. İş dünyasının performans ve rekabet üstünlüğü konularındaki yeni beklentilerine bir cevaptır. Uygulamaları ve geleceği gözlemleyen bilim her seferinde bunu önceden görmüş, araştırmış ve tanımlamıştır. Peki ya uygulamacılar ne yapmıştır? Bilginin peşinden gitmiş midir? Dünyanın büyük şirketleri gitmiştir. Ve desteklemiştir.

Biz ülkemize bakalım. Son on-onbeş yıldaki uygulamalara bakınca, İK dünyasının bir bilgi alanı olmaktan çok, bir gösteri ve edebiyat dünyası olma yolunda ilerlediğini söyleyebiliriz. Güzel sözler ama içi boş. Etkili hareketler ama yapmacık. Öğrenme değil eğlenme. Üretme yerine pazarlama. Güçlenme yerine markalaşma. Özetle, özü bırakıp yüzü makyajlama çalışmaları. Görüntüyü kurtarma da diyebiliriz. Böyle bakınca, tüm bu uygulamalar, şirketlerin iş performansını artıracak bilgi kullanımı çabalarıymış gibi görünmüyor. Daha çok sanki sahnelenen bir oyundan söz ediyor gibiyiz. Bu durumda konuyu anlamak istiyorsak, bu oyunun hakim karakterini bulmalıyız.

Başrol oyuncusu kim? Oyunu kim sürüklüyor? Kuşkusuz, aklımıza ilk gelen ve başrole yakıştıracağımız aktör “şirketler” olmalıdır, doğal olan budur. İhtiyaç sahibi şirketlerdir çünkü. Şirketlerin organizasyonel yapılarını geliştirme ihtiyaçları vardır. Ücret modellerini kurma veya yeteneklerini modelleme ihtiyaçları da olur. Ya da stratejileri belirleme ihtiyaçları olur. Çalışanların performanslarını artırma ihtiyaçları da olabilir. İK temelli bu ihtiyaç listesi uzar gider… Burada beklenen, şirketlerin bu ihtiyaçlarını farkedebilmeleri, anlayabilmeleri ve öncelikle de kendi içgüçleriyle, kendi deneyim ve birikimleriyle karşılayabilmeleridir. Yıllar boyunca da böyle olagelmiştir. Tabii bu arada diğer şirketlerin uygulamalarından ilham alabilirler. Ya da danışman firmalardan bilgi desteği edinebilirler. Ama, bunu yapabilmenin bir ön koşulu vardır: Şirketin ne istediğini bilmesi, neye ihtiyaç duyduğun farkında olması gerekir. Bunun için ise, İK birimlerinin şirketi derinlemesine ve tüm yönleriyle tanımaları ve ihtiyaç duyulan konuya ilişkin olarak da temel bilgilere ve görüşlere sahip olmaları gereklidir.

Peki, işler böyle mi yürümektedir? Bugün görünen o ki, organizasyonların çoğunluğunda İK birimleri başrolü, danışmanlık firmalarına kaptırmış durumdadır. Daha doğrusu belki de teslim etmiş durumdadır. Fazlaca düşünmeye gerek yok ki, yalnızca “danışmanlık verme iddiasında olan firmaların” günden güne artan sayılarına bakmak yeterlidir. Son onbeş yılda, içeriden kurulan ya da Türk iş dünyasına dışarıdan üşüşen danışmanlık firmalarının sayılarının, olsa olsa internet cafélerdeki artışla yarıştığını söyleyebiliriz. Eğer bir fırsat olmasa neden gelsinler ki? Neden kalsınlar ki? Ve neden hala kurulmaya devam etsinler ki?

Evet, geniş bir fırsat penceresi var. Ve birilerinin bunu değerlendirmek istemesi de iş dünyasının serbest piyasa anlayışının bir kuralı. Ama şu soruları da cevapsız bırakmamak gerekir: Fırsat nasıl oluştu? Neden oluştu? Bu fırsatlar karşılanabiliyor mu? Bu fırsatlardan kim ne kazanıyor? Kim ne kaybediyor? Bu soruları unutmayalım ve devam edelim. Evet, başrol artık Danışmanlık firmalarında. Ama, yalnızca başrol değil; senaryoyu yazan da onlar. Modeli onlar getiriyor. Rekabet üstünlüğünün farklılıkla sağlanacağının haykırıldığı bir dönemde, tüm şirketler aynı yönetim ve İK modelleriyle giderek birbirlerine benziyorlar. Rejisör onlar. Oyunu onlar yönetiyor. Sahneye onlar çıkıyor. Belki zaman zaman da, şirket içinden bir iki kişiye figüranlık veriliyor. Yalnızca prodüktör farklı; prodüktör şirketin sahibi. Oyunu o finanse ediyor.

Şimdi diyeceksiniz ki, bu durumda, İK ya ne kalıyor? İK nın rolü ne? İK ne yapıyor? Ben bu işe tam bir isim bulamadım. Ama , olsa olsa “organizatörlük” diyebiliriz belki de.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s