“İnsan olmak ve hayatı hayvanlardan daha az anlamak, ne hazin şey… Tanrı insanı, sırf hayvanların ne kadar dürüst olduklarını ispat etmek için yeryüzüne getirmiş olmalı.” / Panait Istrati (Romen yazar. 1884 – 1935 )
….. Kendimden uzaklaşmıştım. Kendime yabancılaşmıştım. İçimdeki çocuk. Hayat yolunun ortasında. Karanlık bir ormanda. Yolunu kaybetmiş. Bir uçurumun kenarına gelmişti. Uçuruma yuvarlanırsa eğer! Ben de. İş dünyasındaki hayatın seline kapılıp sürüklenecektim… Ama bir umut! Belki de. O içimdeki çocuk. Son bir cüret! Yeni bir yol açıp. Geçmişimin labirentlerine sızabilir miydi?…
….. Yıllar öncesinde. Manş denizi kıyısında. Belçikanın Oostende şehrindeydim. Oradan oraya. Aylak aylak dolanırken. Bir meydanda. Bir bit pazarı ile yolum kesişmişti. Severim bit pazarlarını. Hatıralar müzesi gibidir. Elini sürdüğün her bir eşya. Sana bir şey hissettirir… Bir aşk mektubunun. Üzerindeki bir mürekkep lekesi. Yelkovanı düşmüş. Eski bir saat. Kulpu çatlak bir imparatorluk demliği… Bunların herbirinin ardında. Tarihte kaybolup gizlenen bir olay vardır. Ve bunu içinde hissedersin… Zihninde. O mürekkep lekesinin nasıl olduğu ile ilgili. Hikayeler dolaşır durur…
Tek bir şey alabilmiştim. O pazardan. Küçük bir şey. Eni boyu beş santimi geçmeyen. Eski, solgun ve sararmış bir tahta. Küçücük bir tabela gibi. Bir antika. Üzerinde. Süslü harflerle yazılmış bir ifade… Kimbilir kim onu yapmıştı! Kimbilir kim. O ifadeyi beğenmiş. Bunu alıp bir kenara iliştirmiş. Belki her gün o yazıyı okumuş. Ve günü gelince. Şu veya bu sebeple. Onu birilerine vermiş. Ya da satmıştı… Elden ele dolaştıktan sonra. O gün. Son durak olarak. Bana geçmişti….
Son durak! diyorum. Çünkü. Hala bende… Bugün hala. O küçük. O antika tahtacık. Kırk yıldan fazla geçmiş.. Benim çalışma masamının. Yanıbaşımda durur… Hergün. Hala. O bana bakar. Ben ona bakarım…
O tahtanın üzerinde. Şu yazar. “ Yolun seni götürdüğü yere gitme; Bunun yerine, yol bulunmayan bir yere git. Ve bir iz bırak.” O zamanlar. Bu ifadenin derinliğini farketmemiş olabilirdim. Ama yine de. Mademki. Benim dikkatimi çekmiş. Ve almayı tercih etmiştim. Bu demektir ki. Kendimde bir şey bulmuştum. Bu ifade ile ilgili…
İşte uçurumun kenarında duran. İçimdeki çocuk. Sanırım. Hergün bu sözcüklerle. Yüzyüze gelip. Yıllarca demlenmiş. Yıllarca soluduğum bu duyguyu hatırladı.. Ve bana da. Hayatın bir başka gerçeğini yansıttı.
Yolumu kaybetmiş olduğum o günlerde. Tüm o çalkantılı günleri yaşarken. O çocuk bana dedi ki. Ve ben de şunu derinlemesine kavradım ki. Çoğu zaman. Herkesin düşündüğünün tersine. Hayat yolunda. Yolunu kaybetmek hiç de kötü bir şey değildi! İyi bir şeydi. Hatta gerekliydi. Çünkü hayat. Ancak böylesi durumlarda. Sessiz bir öğretmen gibi kolundan tutuyor. Beyninin içine sızıp. Tüm benliğine fısıldıyor. Seni sana hatırlatıyor. Sana kim olduğunu. Senin nerede olduğunu. Sana çıtlatıyor! Yani. Yolununu kaybedip. Hayat koluna girince. Günün telaşından sıyrılıp. Ard arda sorguluyorsun. Ben insan! Neredeyim? Ben kimim? Buraya nasıl geldim? Nereden geldim? Dünya denilen bu şey de ne? Ben neden buradayım?…. diye!
İşte bu sorular. Bu sorgulamalar. İçimdeki çocuğu canlandırıyor. Onun hayatla bağlantılarını yeniden kuruyor. Onu. Uçurumun kenarından. Adım adım uzaklaştırarak. Hayatın içine çekiyor.
Yüzyılların soruları bunlar. İnsanlığın yapay hayatının. Unutturduğu sorular bunlar. Daha ilk düşünce kırpıntılarından başlayarak. Gelmiş geçmiş tüm filozofların. Dünyaya bir anlam yüklemek isteyen. Tüm düşünürlerin cevap aradığı sorular bunlar. Onlar devamlı düşünüp. Devamlı sorup durumuşlar. Anlamlı fikirler de üretmişler. Ama yüzyıllar geçmiş olsa da. Bu soruların. Hala bir cevabı yok! Daha doğrusu. Soru tek! “Varolmak nedir?” Cevaplar ise çok! Düşünceler de o kadar farklı!
Bir bakın! Bir yanda Leibnitz,”… bizim dünyamız, mümkün dünyaların en iyisidir” derken. Öte yanda, Sofokles, “… hiç doğmamış olmak belki de en büyük nimettir” diyerek. Dünya hayatına kötümser bir anlam yüklemiştir. Bunların yanısıra. Dünya ve hayatı. Ve varoluşu. Anlamsız bulanlar da yok değil! Mesela Kierkegard. İnsanın evrendeki varoluşunu dramatik bir şaşkınlıkla ortaya koyar: “…. parmağınızı toprağa sokarsınız, kokusundan hangi ülkede bulunduğunuzu kestirmek için; Bense, parmağımı “varoluş”a sokuyorum. Ve hiçbir koku vermiyor… Sanki insan kaçıran birinden satınalınmışım da, dünyaya itilivermişim…”
İnsanlık, varoluşuna bir anlam veremiyor. İnsanlık. Evrendeki yerini kavrıyamıyor. Ve insanlık, hayatını sürdürdüğü dünya ile bağlantısını kuramıyor… Giderek de, bu bağları iyiden iyiye koparıyor!
O zaman da biricik insan. Kendi kendisine sormadan edemiyor. Ben de o zamanlar. Sormuştum kendime! Madem ki bu dünyaya geldim! Madem ki bu dünyadayım! Böylesi bir dünyada nasıl mutlu olunur? Mutlu olmak için.
Nasıl yaşanır?
Devamı gelecek >>
Önceki yazı : Yabancı 13 – İtiraflar
İzleyen Yazı : Yabancı 15 –
