Anlayacağınız, o sıcak yaz gününde yine biz bizeydik, kendimizle ve sokak arkadaşlarımızla birlikte. Hayatın kendisiyle başbaşa. Hayatın içinde. Bu hayatı hergün yeniden ve yeniden şekillendirebilirdik. Istediğimiz gibi. Nasıl hoşumuza gidiyorsa öyle. Kimse bize bizim için bir hayat tasarlamıyordu. Tüm zamanlar bizimdi. İçini istediğimiz gibi doldurabilirdik. İçine istediğimiz her şeyi koyabilirdik. İşte, yazın o sıcak gününü de böyle bir macera duygusu ile doldurmak istemiştik. Rumelihisarı’ndaki fenerin oradan denize atlamak. Açılmak. Kendimizi akıntıya bırakmak. Ve bizi götürdüğü yere kadar gitmek. Neden fenerin oradan diye soracak mısınız?
Sadece orada bir fener olduğu için. Hepsi bu. O bir işaretti. “Fenerin oradan atladık denize…” diyebileceğimiz bir başlangıç noktasıydı o.
Boğazın fenerleri. Boğazın sessiz bekçileri. Otuz kilometrelik su yolu üzerinde en güzel yerlere yerleşmişlerdir. Yirmiye yakın noktada. Boğazdaki herşeyi görür onlar.Gecelerin fırtınasında rüzgarla dans eden martıları. Uzaklardan gelip uzaklara giden gemileri. Denize açılan balıkçı mavnalarını. Yük taşımaktan yorulmuş, denize battı batacak ilerleyen takaları. Denizde yüzen çocukları, kıyıda gezinen sevgilileri… Suları yara yara gururla ilerleyen, adeta “Ben İstanbul’um” diyen yüz yıllık şehir hatları vapurlarını. Boğazdaki her şeyi sessizce seyrederler. Ağırbaşlı bir duruşları vardır. Çok şeyi görmüş geçirmişlerdir. Yerlerinde sabit duruyor olsalar da, boğazın eşsiz çeşitliliğine şahitlik yapmışlardır. Gece ve gündüz… Yaz ve kış… Hiçbir şey onları şaşırtamaz artık.
Güçlü güney rüzgarlarının, Marmara’nın sularını nasıl olup da kuzeye yığabildiğini görmüşlerdir. En azından beş km hızla güneye akan akıntının nasıl olup da geriye döndüğüne, tersine akabildiğine hiç mi hiç şaşırmazlar. Orkoz‘ u tanırlar. Hırçın, darbelerle kıyıları döven çırpıntılı suların yerine, önlerinden büyük buz kütlelerinin ağır ağır geçiyor olmalarını görmek de onları şaşırtmamışır. Bu kütlelerin binlerce kilometrelik bir yol katederek gelmiş olmaları hiç de yeni bir şey değildir boğazın bu sessiz gözlemcileri için. Onlar bu sularda, gemilerle yarışan yunusları da görmüştür. Gülümseyen fok balıklarını da…
Tabii 1960 lara kadar. Bugünlerde görebildikleri olsa olsa yaygın bir deniz anası istilasıdır. Ve onları besleyen koy çöpleri. Yüze yakın balık türünü arkadaş edinmişken, bugün yalnızca yirmiye yakın deniz canlısını görmek muhakkak ki hüzünlendiriyordur fenerleri. Burundaki yosunlu kayaların arasından ellerimizle yakaladığımız uskumrular yok artık. 1970’li yıllardan beri ortalarda görülmüyorlar! Ne oldu? Nasıl kaçtılar? Nereye gittiler? Terkettiler bizi. Bize küstüler belki de. Yoksa, aslında bizler cezalandırıldık mı? Tüm Arnavutköy’ün uskumru çirozu koktuğu günler de yok artık. Ahşap evlerin eski ahşap kapılarına asılmış, iplere dizilmiş, tuzlanarak güneşe kurumaya serilmiş, denizden esen o tatlı rüzgarın kucağına bırakılmış uskumru çirozlarını özlemiyor musunuz? Yalnızca uskumrular değil tabii ki bizi terkeden. Orkinos neden geçiş yolu olan Boğazlara uğramaz oldu? Kökü mü kurudu? Sardalye neden boğazın sularına kadar gelemiyor artık? Deniz fenerleri kendi kendilerine sorar dururlar bu soruları.Hangi sorumsuzluk zinciri kaçırdı uzaklara, boğazın yüzlerce yıllık sahiplerini? Hangi hırs? Hangi açgözlülük?
Deniz fenerleri bunları gördüyse, kim bilir bayrak tutan adamlar neler görmüştür! Bayrak tutan adamlar! Kim bunlar? Rumelihisarında kalenin önünde, akıntıburnunun tam da burnunda ve daha birçok boğaz köşesinde bayrak sallayan adamlar. İşaretçiler. Onlar birer hayal miydi? Yoksa daha yürümeye başlamadığım yaşlarda, sahilde dedemin kucağındayken gördüğüm gölge miydi o? Rüzgarda savrulan bayrağı dikkatimi çeken, gözüme ilişiveren bu gölge bir gerçek miydi? Her ne olursa olsun. Bugün biliyorum ki onlar vardı. Biz, hisardaki fenere doğru yola düşerken, akıntıburnunda ona rastlamamış olsak da. Onlar vardı. Bayrak tutan adam, bir zamanlar oradaydı.
Daha fenerler yok iken, bazan yeşil bazan da kırmızı bayrak sallayarak, boğazın yorgun vapurlarına yol gösterirdi.Sert rüzgarın altında, bir heykel gibi dimdik dururdu.Güvenle, sabırla,gururla.Evet , gurur duyardı yaptığı işten. Ne yakıcı sıcak ne dondurucu soğuk; Ne yağmur ne güneş;Ne de şiddetli bir fırtına! Hiçbiri onu engelleyemezdi.Hep işinin başındaydı.Bu işi, bu sıradan görünen görevi, büyük bir sorumlulukla yapardı. O sıradan işin görünmez ayrıntılarından hiçbirini rastlantılara teslim etmezdi. Çünkü hissederdi ki, bu işin etkisi çok uzaktaki insanlara kadar ulaşırdı. Tıpkı suya atılan bir taşın dalgacıkları gibi. Çünkü bilirdi ki, en küçük bir ihmal, hiç tanımadığı, hiç bir zaman da görmeyeceği insanlara zarar verebilirdi. Vermemeliydi. Böyle öğrenmişti. Nasıl biriydi bu adam? Belki okuma yazması bile yoktu. Ama, Dostoyevski’ nin deyişini, yüreğinin en derinlerinde hissettiğine şüphe yoktu : ” hepimiz herşeyden sorumluyuz“
Daha, çıplak ayaklarla dolaştığım o günlerden aklıma yazılmıştır: işin küçüğü büyüğü yoktur;önemlisi önemsizi yoktur. İster sinemada biletçi ol. İster iskelede halat at. İster fırında ekmek yap, istersen yük taşıyan hamal ol. Bir postacı, bir sünnetçi, bir santral memuru, bir vestiyer ya da istasyondaki hareket memuru. Her şey olabilirsin. Ne olursan ol. Önemli olan işinin ne olduğu değil. Seni sen yapan o değil. Seni değerli kılan seni insan yapan, işi sahiplenmek ve sorumlu davranmak. Çünkü biliyoruz ki ” ..bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at bir süvari kurtarır, bir süvari bir bölük kurtarır, bir bölük bir ordu kurtarır, bir ordu bir vatan kurtarır,….” yani, bir nalbant, sorumlu davranmayıp, bir süvarinin atının nalını iyi çakmaz ise, bu, bir vatanın elden gitmesine kadar varabilir.
Bayrak sallayan adam. Sen işini fenerlere devrettikten sonra, senin kadar sorumluluk duymadılar, boğazın iki tarafında oturanlar; Fener ne yapsın? O da bir emir kulu. Ama ya hükmedenler? Senin kadar sorumlulukla yapamadılar işlerini, boğazın iki yakasına hükmedenler. Boğazın rüzgarını ruhuna çekememiş olan dışarlıklı zihinler, adeta Dostoyevskiyi ters yüz ettiler ve elleri üzerinde yürüttüler “hiçbirimiz hiçbirşeyden sorumlu değiliz“ dercesine.
Ve kilometrelerce uzaklardaki kızılderili reisin, beşyüzyıl öncesinden bugüne uzanan öngörüsüne adım adım yaklaşıyorlar : “…son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen birşey olduğunu anlayacak… “
O zaman çok geç olmayacak mı?
Önceki yazı: Akıntı Burnu 1
izleyen yazı : Akıntıburnu 3 : dere