Aynaların en çok göründüğü yer burunun tam da yanıbaşındaki su akıntılarıdır. Aynaların kaybolup kaybolup da yeniden ve yeniden şekillenip göründüğü yer. Karadenizden boğaza giren sular, bir o yana bir bu yana, kıyıları döve döve, Kandilli burnundan Bebek koyuna boşalırlar. Burası, yorgun suların, durup dinlenebilecekleri sakinlikte bir yerdir. Ama bir kısım su hızını alamayıp ilerler ve Akıntıburnuna çarpar. Çarpar da ne mi olur?
Okumaya devam et –>
Doğanın fizik kuralları, burada aynaları şekilendirir işte. Akıntıburnu gerçekten bir burundur. Sert ve sivri.Tam burunda kızaklar vardı eskiden. Üzerlerine balıkçı kayıklarının çekildiği. Yosun tutmuş, rüzgarla ve tuzlu dalgalarla yıpranmış kızaklar. Kızakların altında su sığdı.Yarım metre bir metre kadar bir derinlikti. Deniz dibi taşları, yosunlar ve balıklar pırıl pırıl görünürlerdi. Başka hiçbirşey olmasaydı bile, boğazın bu küçük burun noktasında , bu kızaklarda dört mevsimi yaşayabilirdik.
Kar soğuğunun bastırdığı kış günlerinde, karaya vuran uskumru balıklarını ,bu kızakların üzerinden, ellerimizle yakaladığımızı dün gibi hatırlarım. Bahar aylarında, karşı kıyı renkden renge girerdi. Önce yeşerir sonra da papatyalarla beyazlaşırdı. Daha sonra erguvanlarla pembeleşip leylaklarla renklenirdi. Eylulle birlikte sararmaya başlar, giderek, yeşil çamların arasında kızılın bin bir türlüsü renk kümeleri şekillenirdi. O zamanlar, doğa’nın takvimi hükmederdi boğazın kıyılarında. Yeşerecek çimen çayır, sararacak yapraklar vardı o zamanlar. Karşı kıyı sanki karşıda değilde yanıbaşımızda gibiydi. Akıntı da sanki akıntı değil de bir göldü. Yaz aylarında, ellerimizle burundaki kayık kızaklarına tutunur, vücutlarımızı akıntıya bırakır gözlerimizi gökyüzünün derin maviliğine dikerdik. Çırpınan sular içindeki yosunlar tenimize sürtünürdü. Hiç dinmeyen rüzgar yüzümüzü okşar, kulağımıza fısıldardı.
Çocukluğumun ve gençliğimin en huzurlu anlarıydı bu anlar. Hiçbirşey yapmadığımı sandığım anlar. Boşa geçtiğini düşündüğüm. Ama, öte yandan da, hayatı içimde hissettiğim anlardı. Fransız düşünürü Montaigne, beni duyuyor olsa, dayanamaz, haykırırdı sanırım: “ Hiçbirşey yapmadım da ne demek, Yaşıyorsun ya! … Senin mesleğin ve sanatın yaşamaktır..” Çok sonraları kavrayabildim bu sözlerin ne anlama geldiğini. Bizlere öğretilmeyen birşeydi bu : Bir hayat nasıl yaşanır? Bunu düşünmemiştik bile! Bugün birçok şey biliyoruz. Birçok şey de yapıyoruz. O kadar ki yirmidört saat bile yetmiyor yaptıklarımıza. Yetsin diye de dakikasına saniyesine kadar dilimliyoruz zamanı. Planlar, programlar, zaman yönetimleri. Hayatın doğal akışının önüne bir dizi engeller koyuyoruz yani. Ve bunlara yetişmek için, bunları aşmak için de koşup duruyoruz. Buna da hayat diyoruz. Ama , görmüyoruz ki, hayat bize dokunmadan gelip geçiveriyor. Yaşadık sanıyoruz. Gerçekten yaşıyor muyuz?
Sonradan sonradan çoğu kez düşünmüşümdür. Her sabah yalnızca bu buruna gelseydim; Toplansaydık bir bir bu küçük burunda. Mahalle arkadaşlarımla. Sanki sözleşmiş gibi. Her sabah. Sonra ahşap sandalı denizde batırıp şişmeye bıraksaydık mesela. Sonra kıyıya çekseydik; Dökülmüş boyalarını kazısaydık; Yıpranmış ahşabı macunlayıp kurumasını bekleseydik sonra da. Sevdiğimiz bir renge boyasaydık. Akıntıburnunu mesken edinmiş rum balıkçıların, yarı rumca yarı türkçe sohbetlerine kulak kabartıp denizdeki serüvenlerini dinleseydik; Onlar gibi yere oturup, dolanmış yırtılmış balıkçı ağlarını onarsaydık…. Hey gidi çocukluk yaşlarım! O güzelim ilk gençlik yıllarım! Ne tadılası anlar yaşatmışsınız bana! Sormadan edemiyorum şimdi. Gün be gün yaşadığım bu güzelim anları terketmemiş olsaydım, acaba hayatım çok daha anlamlı mı olurdu?
İnsanların kendilerini tatmin için yarattıkları sorunlarla uğraşmak yerine; hayatın her dakikasını istila eden iş kuralları ile köşekapmaca oynamak yerine….Hırsla, gösterişle ve açgözlülükle beslenen yapmacık bir hayatın içinde debelenmek yerine… Soruyorum kendi kendime, hayatların hangisi daha yaşanabilir olurdu acaba?
40 yaşında şatosuna çekilip, kendini, hayatı düşünmeye ve kendisini öğrenmeye adayan Montaigne beş asır öncesinden hissetmiş bu gerçeği: “Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun?… O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor?… Doğanın seni zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı başka dertler çıkarıyorsun kendine?..”
Hala giderim akıntıburnuna. Akşamları. Ihtiyar rum balıkçıların insan sıcaklığı ısıtır karanlığı. Sarmalar her yanımı. Rüzgara asılı kalmış sohbetlerini duyar gibi olurum, akıntının dalga seslerinde. Yıllar öncesinin. Sorarım onlara: Hayat nasıl yaşanır? diye…Derinden tebessüm ederler. Akıntının köpüklerinde.
>> Devamı gelecek
Önceki Yazı : Büyük Akıntı 6 – Deniz
Eski İstanbulu görünce yazınızda gözlerim yaşardı.
BeğenBeğen
eski istanbul ve eski istanbullu hayallerden bile uzakta artık.
BeğenBeğen