Yabancı 16 – Misafir

“Bazen akışına bırakmak gerekir; yaprakları, suyu, mevsimleri, olayları, insanları; Ve bekleyip görmek gerekir sonuçları.” / Şems-I Tebrizi (1185 – 1248) / İranlı mutasavvıf. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbet şeyhi.

Pascal demiş ki: “İnsanları tanıdıkça, köpeğimi daha çok seviyorum”. Evet, böyle demiş! Ama tabii ki. Bunu, tüm insanlar için söylememiştir. Kendi deneyimleriyle. İnsanlık halinin yarattığı bir izlenimi yansıtmıştır sanırım. Yoksa. Dünyada, sadece kötüler olsaydı. Hiç iyiler olmasaydı. Bir tesadüfle hayata giren. Doğanın hatası sayılacak. O tek tük antik iyiler. Ne yaparlardı acaba! Ormana kaçar. Doğaya sığınırlardı herhalde. Bu durumda zaten. “Dünyada nasıl yaşanır?” diye bir soruyu da sormaya gerek kalmazdı….

Bu sorunun cevabını hala arıyoruz. Çünkü. Bu dünyada hala iyiler de var! Yolumu kaybettiğim zaman. Ben de. Bu soruyu. İçimdeki çocuğa sormuştum. Hatırlıyorum ki. Bu soru, yeni yeni sorular doğurdu. Tüm bu sorular, üzerime üzerime geldi. Beni sorguladı. İçimdeki çocuk. Ardı ardına bana hesap sordu. Ona hesap verdim. Düşündüm. Sarsıldım. Sallandım… Ama yıkıldım diyemem! Direndim! Ve sonunda nihayet. Küçük bir ışık gördüm. Onu izleyip. İlerledim…

Şunu anladım ki. Hayatı anlamak değil. Hayatı yaşamak gerekiyordu. Ama tabii ki. Ve bence. Hayatını nasıl sürdüreceğini bilmek için de. Herkesin. Kendi hayatına ve varoluşuna bir anlam yüklemesi gerekiyordu. Vardığım ilk sonuç bu oldu..…

Bu noktada, kendime sordum! Benim varoluşumun. Benim bu hayatı sürdürmemin. Anlamı ne? Hayatın içinde. Şu veya bu şekilde zaman harcamamın. Şu veya bu işlerle uğraşmamın. Şöyle veya böyle. Bazı tercihler yapmamın. Sebepleri ne?… Yani. Geçmişime bakıp. Olanlara. Olaylara. Yaşadıklarıma. Yaptıklarıma. Yapmadıklarıma ve yapamadıklarıma. Tercihlerime ve tercih etmediklerime bakıp.. Neden? diye sorguladım! Neden!!

İnsan bir kez neden diye sorunca. Yaşadıklarını  sorgulamaya başlayınca. İçine de kurt düşmüş oluyor. Ağın ilmiklerine takılmış bir balık gibi çırpınıyorsun. Akıl, sınırsız bir boşlukta asılı kalıyor. Ve bu da insanı, yaşamın saçmalığı fikrine taşıyor. “..Evren insan için uyumsuzdur ve bilinemez..” diyen Camus’ ye götürüyor. “ İnsan da, yaşam da saçmadır; boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur…” diyen. Fransız yazar ve düşünür Albert Camus’ye varıyorsun…. Daha lise yıllarındayken. Tam olarak kavramamış olsam bile. Yaşadıklarımla ve davranışlarımla. Bu dünya görüşüne yakınlaşmış olduğumu hissederdim. Hala da. İnandığım. İzlediğim yol budur! Bakış açım budur! Sanırım. Bu sebeple. O güne kadar yaşadıklarımı. Hayatımı sorgulayan “Neden?” sorusuna. Hiç bir cevap bulamadım.

Ne kadar düşünsem de! Sorgu üstüne sorgu yapsam da…. Kendi hayatımı yaşamanın. Bir anlamını. Bir ana sebebini. Bir temel amacını bulamadım.. Anladım ki. Benim hayatımda. Bunların hiçbirinin izleri yoktu!… Yani özetle. “Öylesine” yaşıyordum! Yani özetle. İşleri “akışına” bırakmıştım. Bir akarsu gibi akıyordum. Hayatın rastlantıları bana bir yol çizmişti. Ve çiziyordu. Ben de o yolda sürükleniyordum…

Bir amacım yoktu. Ulaşmak istediğim bir nokta yoktu. Sahip olmak istediğim bir şey de yoktu..Yani hayattan bir beklentim yoktu. Bunlar olmayınca. Hırsım da yoktu. Şuranın başkanı olayım! Saray gibi bir evim olsun! Çok para kazanayım! Şu ünvanı kazanayım! Herkes beni tanısın!… Bunlar ve daha bir çoğu. Aklımın ucundan bile geçmiyordu. Özetle. Hayatın içinde. Bir şeyler aramıyordum. Hayat, bir şeyleri karşıma çıkarıyordu. Ben de bazılarını seçiyordum. Hepsi bu! Bu kadar da basit!..Hayat yolunda karşıma çıkan. Bu küçük şeylerle de, deyim yerindeyse. Anlık bir merak peşinde. Oyalanıyordum…. Evet. Tam uygun sözcük bu : Oyalanıyordum!

Ve mutluydum!

Bu eskiden gelen doğal bir alışkanlıktı. Önce aile içinde. Sonra mahallede. Hayatın doğal akışı içinde oyalandım. Ardından okulda… Özel bir amaç peşinde koşmadan. Bir beklentiye sahip olmadan. “Oku da, adam ol!” anlayışıyla. Hep oyalandım. Çalışmaya başlayınca da. Aynı oyalanmayı. Aynı sade anlayışla sürdürdüm.. Ama….. İş dünyası biraz farklıydı. Önüme bazı engellerin koyulduğunu. Bozuk davranışların. Beni rahatsız ettiğini. Hissedip farketmeye başlayınca….. Sıkıntı duydum. Hele ki. İngiliz roman yazarı, Samuel Butler’ ın,Yemeye niyet ettiği kurbanlara yediği ana kadar dostça davranmayı beceren tek hayvandır insan” , ifadesindeki insanlarla.  Zaman zaman da olsa, rastlaştıkça…Sanırım. Küçük bir mücadele hırsına kapıldım. Rekabet değil! Beklenti hırsı değil! Tepkisel hırs! Ve işte . O zaman. İçimdeki çocuğu ihmal ederek. Onu. Uçurumun kenarına kadar itiklemiş oldum!….

Yolumu kaybedip. Yeni bir yol açmak için. Sorgulamaya başlayınca da. Bir kez daha farkettim ki. Bilincine varıp. Yeniden anladım ki. Hayatın gerçeği. Çok açıktı. Ve gözlerimin önündeydi. Bu evrende. Sadece ve sadece. Bir yolcuydum. Dünyada ise bir misafir! Ne bir şeyin efendisi. Ne de bir şeyin tutsağı!. Her insan. Her canlı gibi. Hayata bırakılmıştım. Yola çıkmış. Yolun yarısındaydım. Ve geçip gidecektim.. Ve o zaman düşündüm ki… Zaten sahip olmadığım. Her türlü hırs ve beklentinin. Uzağında kalıp. Bu günlere kadar. Beni mutlu hissettiren. Bu oyalanmayı. Bir şekilde sürdürmeliydim. Şartlar ne olursa olsun. Yeni yollar açarak. Oyalanmalarımı sürdürmenin bir şeklini bulmalıydım…

Ama nasıl?

>> Devamı gelecek

Önceki Yazı : Yabancı 15 – Askıda Soru

İzleyen Yazı : Yabancı 17 –

Yorum bırakın