“ Bazı gerçeklerle yüzleşmek, can acıtsa da, hayatınızı ipten alır…. Üzülme evlat, kaybettiğini sandıkların, kurtulduklarındır belki.” Charles Bukowski (1920 – 1994) / Amerikalı yazar ve şair
İnsanların sahiplenme hırsından bahsederken. İnsanların aptallığından söz ettim! Sahip olma hırsının peşinden koşan insanların gülünç olduklarını söyledim. Ve sonunda da bu hırs. İnsanları zalimleştirdi dedim. Evet, böyle dedim! Buna inanıyorum! Ama, madem ki böyle söyledim. Bu insanlar aleminin bir parçası olarak. O zaman tabii ki. Kendimi de sorgulamalıyım! “Ben de böyle miyim?”… diye sorup. Kendimle yüzleşmeliyim…
İtiraf etmeliyim ki. Benim de, belirli dönemlerde. Bazı şeylere sahiplenme hırslarım olduğunu düşünüyorum…. Kimin yok ki! Kesinlikle vardır! Sizin anlayacağınız. Etrafımda dolanan o sakin kedi var ya! Onun gibi bile olamadığım zamanlar olmuştur!.. Anlatayım.
Sırasıyla gidersek. Önce. Bu hırsın. Diğer insanlara ve hayata karşı. Beni zalim yaptığı durumları hiç yaşamadım. Bir şeyleri elde edeceğim diye. Hiç bir kimseye. Hiç bir kötülük. Hiç bir haksızlık. Hiç bir kurnazlık yapmadığımı düşünüyorum. Karakterimde bu yok!… İçim rahat.
İkincisi. Sahiplenme hırsı beni gülünç durumlara düşürdü mü? Bilemiyorum. Bunu, etrafımdakilere sormak lazım. Bana hissettirmemiş olsalar bile. Bazı hırslarımın. Beni komik durumlara düşürmüş olduğunu düşünmüş olabilirler. Ama. Eskiden peşinde koştuğum bazı şeyleri. Bugün bakıp da düşününce. Kendime gülmüyor değilim. O masum kedi de, beni anlıyor olsa. İçten içe, o da gülerdi…
Son olarak. Sahiplenme aptallığına gelirsek… Çocukluk dönemimde. Bir çocuğun hırsını tetikleyecek. Ne bir akıl. Ne bir ortam. Ne de bir imkan yoktu. Ama… Orta yaşlarımın başlangıcındaki. Bazı sahiplenme beklentilerimi düşününce. Aptallıklar yapmış olduğumu farkedebiliyorum. O yaşlara kadar. Hayatı kendi doğal akışı içinde yaşadım. Kıt kanaat geçinir. Basit, sade ve mutlu bir hayat içindeydim. Bir şeyim yoktu. Ama bir şeylere sahip olma konusunda. Geleceğe ve hayata hazırlanma kaygım. Hiçbir zaman olmadı.
Cahit Sıtkı Tarancı yazmıştır ya: “… yaş otuzbeş yolun yarısı.. Dante gibi ortasındayız ömrün… ” diye. İşte o yaşlarda. Bir boşluk hissettiğimi hatırlarım. Anlatılması güç. Hangi düşünceler. Hangi duygularla bu hırs filizlendi bilemiyorum. Diyebilirim ki sanırım. Hafiften oluşmaya başlayan bir gelecek kaygısı. Beni. Bazı birşeylere sahip olma hırsına sürükledi. Evet! Bir tür gelecek kaygısı. Hayata karşı bir güvence arayışı da denilebilir buna. Ama bu güvenceyi. Neden bir şeylere sahip olma mantığı üzerine kurmaya çalıştım. İşte bu tuhaf! Kendimi bildiğim kadarıyla. Bu bana hiç uygun değildi! Bunun sebepleri olmalıydı! Sorguladım.
Zaman içinde, akıllandıkça ve bilinçlendikçe. Her zaman inanmışımdır ki. Böylesi bir dünya da. Her insanın tek güvencesi. Dışardakilerin görüp de göz dikebilecekleri değil. Başkalarının göremeyip, göz koyamayacakları olmalıdır. Yani. İnsanın güvendiği. Ne mal, ne mülk. Ne de para ve ünvan değil! Düşünceler. Duygular. Yetenek ve beceriler gibi. İnsanın elinden alınamayacak olanlardır… Sanırım ki. Bu hayatı tek başıma yaşıyor olsam. Sadece kendimden sorumlu olsam. Görünür şeylere sahip olma hırsına hiç mi hiç girmezdim.. Sebeplerden biri bu olabilir.
Ayrıca. O orta yaş dönemlerime. Geri dönüp bakınca. O geçiş döneminin. Bana değişik duygular yarattığını düşünürüm.. Dante’nin meşhur eseri “İlahi Komedya”da “Hayat yolunun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum” sözünü hatırlarsak… Ben de. Gelecek kaygılarımın. O hayat yolumun ortalarında tohumlandığını söyleyebilirim. Bu dönemde. Kıyıdan uzaklaşıp. Okyanusa açılmıştım! Yani…
Ailem ve çocukluk arkadaşlarımla birlikte yaşadığım mahallenin. Güvenli kıyısından çıkıp uzaklaşmış. İş dünyasının. Belirsiz ve biraz da acımasız fırtınalı okyanusuna doğru yelken açmaya başlamıştım. Ve açılmaya başladığım. Bu okyanusun iklimi. Bana hiç uygun değildi. Belki de bu nedenle. Hiçbir zaman tam içinde değil. Hayat boyunca hep kenarında durdum… Ama o okyanusun sert rüzgarlarını içimde hissettim. Korunmak için de. O iklime öykünerek. Galiba sahiplenmeye itildim…. Bir diğer sebep de bu olabilir.
Peki ne yaptım? Nasıl yaptım?
Yaptığım tek bir şey oldu: Çalışmak. Sevdiğim işlerde. Kendimi iyi hissettiğim ortamlarda. Kimseyle itişip kakışmadan çalışmak! Çok çalışmak… İşte bence. Esas aptallığım burada oldu. Yaptığım işleri sevdim ama. Bir “işkolik” olarak. Hayatın bir çok güzelliklerini. Daha mutlu olabilecek. Ve geri kazanılamayacak anlarını öteledim.. Tarancı’ nın deyişiyle, “ …delikanlı çağımızdaki cevher, gözümüzün yaşına bakmadan gitti..”
Kısacası şöyle. Bir şeylere sahip olmanın peşinde koştuğumu söyleyemem. Ama çalıştıkça. İmkanlarım arttı. İmkanlarım artınca da. Bir şeylere sahip olmaya başladım.. Sahiplenme konularında aptallıklarım oldu ama. Açgözlü ve doyumsuz olmadım. Sahiplenme beni bozmadı! Tarancı’nın sözcükleriyle. Ne geçmişe “.. yakarmak.. ”. Ne de geleceğe, “..yalvarmak..” zorunda kalmadım…
Çalışma konusunda. İşlerle uğraşma konusunda ölçüyü fazlasıyla kaçırdığımı biliyorum. İşlerle başbaşa kalınca da. Kendimle başbaşa kalamadım! Bu ölçüsüzlüğün. Hem kendime hem de yakın çevreme. Bir çok bedeli oldu.. Bu ölçüsüzlük. O dönemlerde. İç dünyam ile bağlarımı zayıflattı. İç dünyama yaptığım yolculuklarımı engelledi. Bu ölçüsüz çalışmalar. Beni benden uzaklaştırdı. Beni bana yabancılaştırdı…
İçimdeki çocuk. Karanlık bir ormanda.
Uçurumun kenarındaydı…
>> Devamı gelecek
Önceki Yazı : Yabancı 12 – Ölçüsüzler
İzleyen Yazı : Yabancı 14 –
