“Herkes zayıflığıyla gösteriş yapar.” Dostoyevski (1821 – 1881 / Rus roman yazarı)
Süslü!… Bu lakabı ben takmadım. Bir akşam arkadaşımla oturmuş. Televizyonda haber programlarını dolaşıyorduk. “Dur dur!” dedi arkadaşım. “Bir önceki kanala geç!”. Hah tamam, bak şimdi. Konuşanı tanıyor musun?” diye sordu. Tabii ki tanıyordum. “Biliyor musun, bizim çocuk ona, süslü hoca diyor!” Önce tam anlamadım. “Yani?” deyip açıklama bekledim…”Hiç izlemiyor musun! Her akşam ekrana başka bir kıyafetle çıkıyor” “Yaa!” deyip,… “..nereden biliyorsun bunu!” diye sordum…
“Bizim çocuk farketmiş! Hani boynuna taktığı atkı kaşkol gibi bir şey var ya! Oradan farketmiş.. Sonra düşününce bana da tuhaf geldi”…
“Nesi tuhaf ki bunun?” diye sordum.
-Düşün şimdi! Geçim sıkıntısı çeken milyonlar var bu ülkede. Sen onlara ses olmaya çalışıyorsun diyelim! Sonra da her akşam. Sanki defileye çıkar gibi. Yeni bir giysi ile çıkıyorsun onların karşısına.. Tuhaf değil mi?
-Olabilir! Hiç böyle düşünmemiştim…
-Aslında bu, işin şekil tarafı.. Can kulağı ile dinlemeye başlayınca. Başka şeyler de gözüme çarpmaya başladı…
“Neler mesela!” diye sordum isteksizce.
-Özeti şu: Sanki bir şeyin mücadelesini veriyormuş gibi davranıyor. Ama, sözlerine bakınca. Anlıyorsun ki hiç bir şeyin mücadelesini veriyor değil! Hiç bir zaman da. Vermiş olduğunu sanmıyorum!
-Bunu nasıl anlıyorsun ki?
-Halinden tavrından anlıyorum! Sözlerinden, anlattıklarından anlıyorum… Bazan kızıyormuş gibi. Öfkeleniyormuş gibi yapıyor. Kimi zaman hafif gülümsemeler… Ya da yüzdeki buruşmalar… Ses tonu bir yükseliyor, bir alçalıyor. Devamlı olarak, öğrenilmiş olduğu apaçık belli el kol hareketleri…
-Ne var bunda? Hitabet sanatı! Bir çok seminerlerde öğretiliyor bunlar….
-Tamam da! Orası hitabet kürsüsü mü? Dene istersen. Televizyonun sesini kapat. Hareketlerine, yüz mimiklerine bir bak! Hemen anlarsın!
-Neyi anlarım?
-… Bak bu hoca iyi insan olabilir. Bunu bilemem. Akıllı ve ahlaklı da olabilir. Bunu da bilemem! Ama benim o ekranda gördüğüm şey… Sadece gördüğüm de değil! Aynı zamanda duyduklarım… Bana diyor ki…
Sonra yutkundu. Sustu… Ben bu sefer üsteledim.
-Ne diyor?
-Bak bu kelimeyi kullanmak istemiyorum…. !! Bence, hocanın, hem davranışlarının hem de sözlerinin arkasında.. Öyle hissediyorum ki. “Gösteriş dürtüsü” var….
………
“Gösteriş” demişti arkadaşım. Düşündüm tabii ki bunun üzerine…
Ben de bu duyguyu tanırım. Lise yıllarımda. Güstave Flaubert’in “Madame Bovary” eserini okurken. İlk kez rastlamıştım bu duyguya. Ve o zamanlar yadırgamıştım. Bir taşradaki köylü kızı Bovary’nin, kentli ve kibarlık özentileri. “Parisisienne” olma hayalleri. Onu gösterişli davranışlara iterdi… Yani, bu sebepledir ki. Her gösterişin ardında. Bir “özenti” olduğunu düşünmüşümdür hep.. Yani, insanın olmak istediği bir şey var. Olamıyor! Olamayınca da, olamadığını gösterişe döküyor.. diye düşünürüm. Bir insanın. Kendini arayıp keşfedip. Kendisini inşa edip. Kendisi olmak varken. Neden başka bir şey olmaya uğraşır! İşte bunu ise, hiç anlayamamışımdır..
Şimdi diyeceksiniz ki. Bu konunun İTÜ ile ne ilişkisi var? Olmaz olur mu! Hem de nasıl var! Ama şimdilik özetini söyleyeyim. Kısa özet şu: Eğer İTÜ sıralarından geçerseniz. İTÜ’ nün havasını “gerçekten” solursanız. Her kim olursanız olun. Madame Bovary olmazsınız! Özeti bu!…
>> Devamı gelecek
Önceki yazı : İTÜ 4 – Zehir Mustafa
İzleyen yazı : İTÜ 6 –
