“Hayatın ortaya koyduğu en büyük gerçek; her canlının kendi yaptıklarını kendisinin belirlediğidir. Eğer birşey bir diğeri tarafından yönlendiriliyorsa, o ölü birşeydir”
Thomas Aquinas (1225 – 1274)

Bu sözleri. Bu yorumu. Bu tepkiyi. Hiç mi hiç beklemiyordum… Yıllar önce. Bir toplantıdayız. Bir sendikacı. İşçi sendikasından. Dedi ki: “Yahu hocam! Bu da olur mu? Şimdiye kadar. El emeğimizi kullandılar! Şimdi de. Anlattıklarınıza bakınca…. Fikirlerimizi, düşüncelerimizi kullanmak istiyorlar! Elimizde zaten. Bir o kalmıştı. Onu da alıyorlar! Olur mu bu?” Önce şaşırdım. Anlayamadım…. Hiç böyle bakmamış. Hiç böyle düşünmemiştim. O ana kadar…. İşi şakaya vurup devam ettim.. Ama sonrasında düşündüm. O sendikacı. Ne demek istiyordu acaba?
Söz ettiğimiz konu. Şirketlerde. İşlerin. İş yapma metotlarının geliştirilmesi için. Çalışanların düşüncelerinin seferber edilmesi ile ilgiliydi. Yani. Bir organizasyondaki fikirlerin. Ortaya dökülüp. O fikirlerden faydalanılması. Teknik bir ifade ile, “Çalışanların katılımının” sağlanması!
Şirketin niyeti iyi ama. Sendikacı anlatılanlara tepki gösterdi. Sert bir tepki! Özeti de şu: Şirket. Yani iş hayatı, hayatımızı çalıyor! İş hayatı. Emeğimizi. Zamanımızı. Ve düşüncelerimize el koyuyor!.. demek istedi sendikacı. Peki öyle mi? Geriye yaslanıp. Bir düşünelim.
Hepimiz hayata geliyoruz. Hayata gelince de. Yaşamak için bir fırsat yakalıyoruz. Sonra. Her canlı gibi. Hayatta kalma. Yaşamını sürdürme mücadelesi veriyoruz… Yani yaşamak istiyoruz. Buraya kadar doğal!
Muhtemelen. Bir zamanlar. Yaşamak çok da zor değildi. Doğal bir süreçdi. “Her şey herkesindi”. Hayatını yaşamak için. Karnını doyurmak. Ve başını sokacak bir barınak bulmak. Yetiyordu. Ki, antik çağ düşünürü Diyojen’in barınağı bile yoktu. O bir fıçıda yaşardı.…. Ama ne zaman ki. Rousseau’ nun deyişi ile. “ .. tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip, “burası benimdir” diyen. Ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan. Uygar(!) toplumun ilk kurucusu oldu! …“. Yani, “Mülkiyet”i. Yani sahiplenmeyi. “Sahiplik” anlayışını. Başlattı. İşte o an işler değişti.
Muhtemelen. Mülkiyet’ in ilk aşamalarında. Başlangıçta. İnsanlar. Kendileri için çalışırlardı. Kendilerine yetecek ürünleri üretmek için. Kendi topraklarında çalışırlardı. Kendi masalarını. Kendi ayakkabılarını. Kendi elbiselerini de. Kendileri yaparlardı… Yani. Tekrar vurgulayalım. İnsanlar çalışırlardı ama. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak için çalışırlardı. Ve insanlar. Kendi imkanlarıyla çalışırlardı… Bu zamanlarda. Ve uzunca bir süre. Çalışmak. Emek vermek ve üretmek. Bir erdemdi… Böylelikle de. Her şey artık. Herkesin olmadığından. Hayatını yaşamak için. Hayatını kazanmak gerekliliği ortaya çıktı. Yani. “Yaşamak için. Çalışmak” gerekliliği. Bu duruma. “Adil değildir” diyemeyiz sanırım.
Ama sonraları giderek. Bazı insanlar. Bir şekilde. Hiç de ahlaki olmadığı yazılıp çizilen. Zorbalıkla olduğu anlatılan. Değişik yollarla. Imkanlarını genişlettiler. Bunun sonucunda da. İmkanları elinden alınan. Diğer insanlar. Bu insanların imkanlarıyla. Bu insanlar için çalışır duruma düştüler. Yani azınlık. Evet çok küçük bir azınlık. Bir insan grubu. Diğer insanların. Emeklerine. Ve zamanlarına sahip oldular. Durum budur! Bugün de durum aynıdır! Eğer. Birileri için çalışıyorsan. Senin zamanının. Senin emeğinin sahibi onlardır. Proudhon bunu, “mülkiyet sömürüdür” diyerek özetler.
Sonuç olarak. İnsanların çoğunluğu. Bir azınlığın imkanlarıyla. Bu azınlık için çalışıyorlar. Bu durumda ne oluyor? Bu durumda. Çoğunluk için. Yeni bir ihtiyaç şekilleniyor. Nedir bu? Bu ihtiyaç. “Çalışmak için iş bulmak” dır! Yüzlerce yıldır durum bu! Bir yanda işverenler. Sahipler. Öte yanda. İş arayan. İş bulup çalışanlar. Ve bunları sarmalayan. Bir iş dünyası. Şimdi buradayız!
İçinizden geliverir. Annenize gidip. Sarılmak istersiniz. İşiniz var! Çocuklarınızla çocuklaşıp. Oynamak istersiniz. Yine İşiniz var. Eşinizle başbaşa kalmak istersiniz. Toplantınız var. Arkadaşlarla hatıraları anmak istersiniz. Görüşmeniz var! Şöyle bir uzanıp dinlenmek istersiniz. Raporlar var! Hayal kurmak istersiniz. Patron arar! Bir korulukta koşmak. Bir sahilde yürümek. Gün batışını seyretmek istersiniz. Telefon çalıverir…. Belki de. Tüm bunları yaparsınız… Tabii yaparsınız. Ama ne kadar? Haftada 10 dakika mı? Ayda bir yarım gün mü? Yılda iki hafta mı?.. Tüm bunları. Tabii yaparsınız. Yaparsınız da. Kaçamak yaparsınız! Yani hayatı kazanmak için dolu dolu çalışır. Hayatı yaşamak için. Gıdım gıdım. Kaçamak yaparsınız.
Şimdi bir de. “Uzaktan teknolojiler” var. Şimdi. Giderek. Kaçamak yaşarken bile. İş aklınızda. İş yanınızda. İş cebinizde. İş evinizde. İş arabanızda… Yani “iş her yerde”. İş, sizin gölgeniz. İş hayatınızı gölgeliyor. “Hayatı kazanmak. Artık. Hayatı yaşamak oldu“. Böyle sunuluyor. Böyle sanılıyor… Böyle olunca da. Sevgi. Arkadaşlık Kardeşlik.. Ve benzeri bir dizi duygu. İstense de istenmese de. Giderek silinmeye başlıyor. Tüm bu duygular. Küçük bir el aletinin. O soğuk tuşlarına sığınmış. Bu güzelim duyguları besleyecek. Ortam yok! Bunları yeşertecek. Zaman yok! İş hayatında bu iklim yok. Orada. İş hayatında. En hafif deyimle. Rekabet rüzgarları esiyor. Orada bir yarış. Bir mücadele var. Biraz kıskanma. Bir dolu hırs var orada. İstenildiği kadar. “Ben yok, biz var!” denilsin. İstendiği kadar. “Biz bir aileyiz!” Denilsin. Ne yapılırsa yapılsın. İş’ in özünde. Kan bağı değil. Duygu bağı değil! Paylaşılan değerler değil. Gün gelir anlarsın ki… Orada. Sadece ve sadece. Çatışan ve buluşan. Menfaat bağları var!….
Hayatlar çalınıyor! Kaçamak yaşıyoruz!