O kitaba bir sahafta rastlamıştım. On onbeş yıl kadar önceydi sanırım. Eski yıpranmış bir kitap. Yüz yüzelli sayfalık… Kaç el değiştirmişti kimbilir. Onu bilemem. Ama belli ki okunmuştu. Ben de. Bir solukta okudum… Büyük bir hayal. Büyük bir yüreklilik. Büyük bir mücadele. Ve. İnsanlık tarihinin. En görkemli. En etkili coğrafya buluşu… Böyle özetleyebilirim… Ama. “Bulundu da ne oldu?” derseniz.. O ayrı bir hikaye!
Kristof Kolomb’un yaşam öyküsünden söz ediyorum…
Kitapta en çok etkilendiğim. Satırların başında. Gecenin bir yarısında. Karanın farkedilmesi. Ve gözcünün, “Tierra! Tierra!” Yani, “Kara!, Kara!” diye haykırması… Ve gün ışıdığında. Kolomb’un. Beyaz mercandan. Pırıl pırıl bir kumsala ilk çıkışını yapması…. Beni en çok. Bu sayfalar etkiledi…. Sanki o sahile ben çıktım!
Roman, hikaye türü kitapları okurken. Her aşamasında. Olaylar bir film gibi akar aklımda. Kendiliğinden. Bir sahne oluşur. Okuduklarım resimleşir zihnimde. Kendimi de. Orada. O olayların içinde hissediveririm. Yani deyim yerinde ise. Kitabın içindekileri. İçindeki kişilerle birlikte yaşar gibi olurum… Kimi zaman da. Kitabın karakterlerinden biri olurum. Mesela. Albert Camus’ nün. Veba’ sını okurken. Kendimi Doktor Rieux gibi görmüştüm… Emile Zola’nın. “Germinal” inde ise. Maden işçisi Etienne’ dim. Daha lisede. Eski yunan “bucoliques” lerini okurken. Çoğu zaman. Kendimi bir “çoban” olarak hissederdim….
Tüm bunlar kendiliğinden olur. Benim tercihimle. Benim zorlamamla değil. Okurken. Kendimi bir karaktere yakın hissederim. Ve sonrasında. Git gide. Farkında bile olmadan. Bu karakteri üzerime giyerim. Ve onun gözünden resimleşir olup bitenler… Tabii ki bunlar. Her okuduğum kitapta olamıyor. Ama eğer. Bir kitabı okurken. Olaylar zihnimde. Resmolmuyorsa. Eğer ki. Kendimi olayların içinde hissedemiyorsam. O kitabı okumayı bırakırım…
Kristof Kolomb’ un hayatını anlatan o kitap. İçine en fazla sızdığım. Olaylarla en fazla bütünleştiğim. Kitaplardan biridir. Sanki ben. O kitabı okumadım da. Tüm o olayları. Adım adım yaşamışım gibi gelir bana …. ‘1492 ağustos ayında. Üç geminin. Güneş doğmadan demir alıp. Keşişlerin ilahileri eşliğinde. Yola çıkmaları… Yıldızlara bakarak yön saptamaya çalışmaları. Direğe asılı. Bir kum saatini. Alt üst ederek. Zamanı ölçme çabaları… Limandan açılıp. Son kara parçasının görünmez olduğu an. Tayfaların üzerine çöken. Endişe… Değişken rüzgarlarla. Ve şiddetli fırtınalarla karşılaştıkça. Denizcilerin. Ana yurda dönememe. Kuşkuları.. Bulut yığınlarının kara sanılmasıyla ilgili. Hayal kırıklıkları.. Karanın yakın olduğunun belirtileri ile. Denizde çalıları. Havada kuş sürülerini farkedip. Umutlanma. Ve nihayet kara… Oyulmuş kütüklerden yapılmış. Kayıklarla gelen yerliler. Ellerindeki tahta mızraklarla… Bu doğa çocuklarının. Içtenliği ve eliaçıklığı.…..‘
Böylesi bir serüven…
Sayfaların üzerinde harfler, kelimeler. Zihnimde, şekilden şekile geçen. Resimler.. İçimde ise. Oluşup çalkalanan. Tüm o duygular… Bu bir mantık kurgusu değil. Bu bir duygu doğaçlaması. Duyguların ortaya dökülmesi.. İçeride olanların. Her ne varsa! Yükselip. Ortaya çıkması..
Yazının bu noktasında. Şu soruyu sormuş olabilirsiniz: Tüm bunların “arsa” ile ne ilgisi var?
Tabii ki bir ilgisi var! Söyleyeyim. Ben. 10 yıl kadar önce. Kitabın sayfaları arasında. Kolomb’un kumsala ilk çıkışını okurken. Ve zihnimde sahnelerken. O günden 30 yıl öncesindeki. Ve çoktan unutmuş olduğum. Bir an. O anın görüntüleri. Ve o anın duyguları. Dolduruverdi içimi… O an! Çocukluğumda. Tek başıma. Arsa’ya ilk adımı attığım. Ve “özgür” olmanın tadını tanıdığım o an.
Kimileri buna. “Déja vu!” diyebilir. Bence değil.
Zaman farklı. Mekanlar farklı. Kişiler farklı.. Olaylar farklı.. Ama. Farklı olmayan tek bir şey var. O da. Duygular. İşte onlar aynı. Ne gariptir ki. O duygular. Tüm diğer farklılıkları siliveriyor… Beş asırlık bir zaman farkını. On bin km’ lik uzaklığı. Işık hızıyla kapatıveriyor….
Tabii ki konu. Ayak basılan. Taş toprak değil. Konu. Bitkiler yapraklar da değil. Kolomb’un ayak bastığı yer. Pırıl pırıl bir kumsal. Benim ayak bastığım arsam. Toz toprak ve taş. Kolomb’un çevresinde. Palmiyeler. Benim arsanın çevresinde binalar… Ben. Kendi zamanımda 5 yaşında çocuk. Kolomb. Kendi zamanında. 35 yaşında amiral… Konu hiç de bunlarla ilgili değil! Konu duygularla ilgili. Konu. Bir şeyin ilk olması. Bir şeyin yeni olması. Ve bu ilk olmanın getirdiği bilinmezlikle ilgili. Ve bilinmezliğin yarattığı. Duygular karması ile.…….. Endişe. Merak. Kuşku. Umut. Korku… Karaya ilk ayak basışı okurken de. Arsaya ilk defa koşarken de. Bu duygular var!
Duygular. Öylesine güçlü ki.. 15. Yüzyılın. Bahamalar grubundan küçük bir adanın kumsalı ile. 20. Yüzyılın. Boğaz kıyısındaki bir mahallenin arsasını birleştiriyor…
Duygular. Öylesine köklü ki “Arsa! Arsa!” diye özgürlüğe koşan çocuk. “Kara! Kara!” diye. Belirsizliğe yelken açan Kolomb’la. Özdeşleşebiliyor.
Ama bugün. Evet bugün! O kara parçası. Bulundu da ne oldu?
Doğal, içten. Ve iyi duygular ufukta kayboldu gitti.
Sert, kurgusal. Ve kötü bir mantık yelken açtı..
Bugün. Evet bugün! Tüm insanlık,
Korsanların hükmettiği. Çalkantılı bir okyanusda. Karanlıkta.
Yeniden. “Kara” yı arıyor..
Devamı gelecek >>
Önceki yazı: Arsa 1 – Çocuk Kokusu
İzleyen yazı: Arsa 3 –