Gözüme ilişti. Şaşırdım. Önümde yürüyordu. Uzak ara. Önce kır saçlarından farkettim. Dalgalı. Kısa kesilmiş. Erkek traşına yakın. İnce bir gölge gibiydi. Omuzun biri hafiften çökmüş. Ama hala dik yürüyordu. Hızlı değil. Eskisi kadar. Yavaş. Ama telaşlı. Tıpkı eskisi gibi. Bir günün içine. İki günü sığdırmak istermişçesine. Bir elinde bir torba. Ama diğer elinde bir ayna değil. Ya da bir cımbız. Bu neredeyse hiç olmadı. Ben bildim bileli. Yürüyordu. Hızlanıp. Yaklaştım biraz. Arkasından bakınca. Tıpkı oydu. İnanamadım. Sahiden o muydu?
>> Okumaya devam ediniz
Evet eminim. Bu görüntü. Tam da oydu. Elindeki torbadan hatırladım. Bir elinde çantası olurdu. Diğeriyle elimden tutardı. Mahmutpaşaya giderdik. Kalabalıklar arasında hızlı hızlı yürürdük. Yokuş çıkardık. Koşar gibi. Sağda solda. İşporta tezgahları. Bağıran satıcılar. İlginç gelirdi. Ama. Benim ilgimi çeken. Daha çok. Kağıt helvası. Macun. Elma şekeri. Dondurma. Bunlardı. Bir hana girerdik. Karanlık merdivenlerden çıkar. Sonra bir oda. İçerde üç beş kişi. Her yer rengarenk. İplikler. Yünler. Yün çilelerini alır. Sonra. Dönüş. Aynı yerlerden. Bazan. Bir çay bahçesine oturup. Çay simit. Ve eve dönüş. Bu yünlerle kazak örerdi. Ev bütçesine katkı için. O zamanlar, “önce fakirleştir sonra sadaka ver” kurnazlığı politikacının aklına düşmemişti henüz. Yoksulluğun sınırında . Gurur vardı. Esas olan “emek” ti. Kazakları örerken de bana gösterir. “Bak şimdi. Bu yünlerden bir geyik çıkacak” derdi. Örüp bitirdikten sonra da. Kazağın önündeki geyik desenini gösterirdi. Sonrasında. Her yün alışımızda sorardım.” Bu yünlerden ne çıkacak?” diye. Bazan bir kış manzarası. Bazan bir plaj görüntüsü. Bazan da yıldızlı gökyüzü. ..
Tüm dikiş işleri onundu. Perdeler. Somya örtüleri. Yorganlar. Sümerbanka uğranır. Kumaşlar alınırdı. Benim şortlarım. Gömleklerim. Pijamalarım. Okul önlüklerim. Herşeyim. Hatta misket torbam bile. Mahalle arkadaşlarım imrenirdi. Misket torbama. Onlara da dikerdi. Bir giydiğimizi. Bir daha giyerdik. Bir daha. Ve bir daha. Kullanılanlar atılmazdı. Yama. Ökçe. Bileyci. Kırık tabak tamircileri. O zamanlar insan daha “müşteri” olmamıştı. “Shopping Fest” ler değil. Tutumluluk haftaları vardı.
Elimden tutar, Etilerin kırlarına çıkardık. Beraber. Ebegümeci toplardık. Evde pişer yemek olurdu. Kuzukulağı toplardık. Salata yapılırdı. Ağaçlardan dut. Erik. Ayva. Elma. Yıkanırdı meyva yerine. Hatta çitlembik! Kaç kişi bilir ki çitlembiği? Kaç kişi gördü? Leblebi kadar olur. En irisi bile. Siyahları yerdik. Yeşil ve sert olanları patlangoç için saklardım. Kaç kişi bilir patlangoçu? Söyliyeyim. Çocuk ellerimizle. Ağaç dalını oyarak yaptığımız bir tür oyuncak!.. Tabanca gibi ses çıkaran. Çitlembik de onun mermisi. Oralara çıkardık. Tepelere. Ve oralardan inerdik. O önde. Tırmanırdı. Ben arkada. Bir tepeye. Bir dağa. Orasının adı “Bebek dağı” idi. Şimdi sadece bir sokak adı. Belki o bile değil. O zaman siteler yoktu. Girişlerinde güvenlik. Evler vardı o zaman. Yuvalar. Kapıları açık. Kırlara yaslanan evler. Akan derelerin yanıbaşında. Şehrin içlerinde.
Ebegümeci doğranıp yıkanırken. Tencerede pişerken. Ben de. Mutfakta. Masanın üzerine kitaplarımı yayar çalışırdım. Okuduklarımı anlatırdım ona. O da bana sorular sorar. Bazan da yeni bilgiler eklerdi. Mesela. Boğazların nasıl oluştuğunu ilk ondan öğrenmiştim. Arzın jeoleojik dönemlerini. Uzun uzun ayrıntılarıyla anlatmış. Her soruma cevap vermişti. Hiç aklımdan çıkmadı. Öğretmenden daha öğretmendi. Bütçeyi de ilk kez ondan duydum. Her ay aile bütçesi yapardı. İstanbul kız lisesini bitirmiş. Olgunluk sınavını vermiş. Üniversiteye girmeye hak kazanmıştı. Ama. İş’te çalışmaya başlamıştı. Maddi ihtiyaçlar sebebiyle. O zamanlar, bir öğretmenimiz de ailemizdi. O zamanlar, mahalle okuluna giderdik. “Proje okullar” yoktu. “Proje çocuklar” yoktu.
Nasıl becerirdi, hiç anlayamadım! Herşeye vakit bulurdu. Ev işleri bitince. Yaz günlerinde. Mayosunu giyer. Havlusunu omuzuna atar. Çok sevdiği arkadaşı. Manifaturacı Flora teyzeye uğrar. Birlikte deniz kıyısına inerlerdi. Yüzmeye. Yollardan geçerler. Çarşının ortasından. Manav Reşite oğlunu sorar. Kasap Ertuğrula eti sipariş eder. Bakkal İhsanın hanımına selam gönderir. Esnafla sohbet ede ede.. O zamanlar, saç telinden tahrik olanlar henüz türememişti. Geçerken. Gazeteci Nuriden dergi alırdı. Bazan hayat dergisi. Bazan da bir ses mecmuası. Kıyı sohbetleri arasında sayfalarını karıştırmak için.
Bazı hafta sonları. Kadınlar matinesine giderdi. Bir gün öncesi. Akşamdan. Dolmalar. Kuru köfteler hazırlanır. Üç dört arkadaş olunur. İstanbulun yakındaki gazinolarından birine. Gidilirdi. Hangisinde o hafta kadınlar matinesi varsa. Beni de götürdüğü olmuştur. Eğer babamla maça gitmemişsek. Matine eğlenceydi. Maça tercih ederdim. En çok da başlangıçtaki fasılları. Kadınlı erkekli koro. Fasıl geçerlerdi. Ardından, şarkıcılar, türkücüler, komedyenler,.. En son as solist çıkardı. Ben daha çocukken. Zeki Müreni. Behiye Aksoyu. Ve daha nicelerini. Orada seyrettim. Dinledim. Sevdim. O zamanlar. Eğlenmeyi tatmamış. Gülmeyi bilmeyen. Kahkahayı günah sayanlar. Neredelerdi acaba?
Kimi zaman da fasılı biz yapardık. Çoluk çocuk. Ve yine. Akşamdan hazırlanmış yemeklerle. Örtülerle. Torbalarla. Vapura binilir. Arnavutköyden. Ver elini Küçüksu. Vapurda. İskelelere uğraya uğraya. Dalgalar eşliğinde. Hep bir ağızdan şarkılar söylenirdi. Gidene kadar. “Boğaziçi, şen gönüller yatağı…” Örtüler açılır. Çimenlerin üstüne. Yemekler dizilir. Yenir içilir. Piknik yapılır yani. Bu sözcük de unutturuldu değil mi? Piknik. Kırların yerine AVM ler. Ağaçlar yerine mağazalar. Piknik yerine de tüketim. Yani, eğlenmek yerine alışveriş. Nasıl bir şenlik ise!.. Ve sonra. Dönene kadar. Yine şarkılar. “Biz heybelide, her gece…” Vapurda. Hep bir ağızdan. Böyle bir hayat! Nasıl unutulur?
İşte. Bunlar geliverdi aklıma. O gözüme ilişince. Dedim ya! Şaşırmıştım. Önümde yürüyordu. Uzak ara. Kır saçlarından farkettim önce. Dalgalı. Kısa kesilmiş. İnce bir gölge gibiydi. Bir elinde bir torba. Hızlanıp. Yaklaştım. Önce koşar adım. Sonra yavaşladım. Ardından. Bir adım. Bir adım daha. Ve dayanamadım. Ona sarılıverdim…. Belki de o değildi. Zaten olamazdı da. Ama. O birkaç saniyenin. Sıcaklığında. Beynimin içinde. Ruhumda. Taa içimde. Derinliklerde. Tüm bunları. Bütün bu küçük anıları. Hissettim. Yaşadım. Bir an için. Kısa bir an. Onu yaşadım. Onunla.
Onu hissettiğim her an. Aklıma hep akan bir su gelir. Gürül gürül akan. Çağlayan. Doğanın ortasında. Engel tanımayan. Hep hareket halinde olan. Günün zorluklarına meydan okuyan. Hiç yılmayan. Hep umutlu. Hep dimdik! Onu düşündüğümde. Hep. O marş gelir aklıma. “Dağ başını duman almış. Gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar. Yürüyelim arkadaşlar“. Ne zaman onu hatırlasam. Doksan beş yıllık hayatında. Hayatı terkettiği. Dokuz kasıma kadar. Gururla söylediği. O söz. Gelir aklıma. “Siz susun bakalım!”. Susarız. “ Ne anlarsınız ki!” Bekleriz. O sözü söylesin diye. Birden canlanır. Dikilir. Yaşlı yüzü parıldar. Gözleri ışık ışık olur. Söyler. Gururla: “Ben Atatürkü gördüm”…”Siz ne gördünüz ki?”
O kadın. Rana. Annem.
Güzel Annem.