Siz. Evet siz! Bir çatırtı. Bir çatlama sesi duyuyor musunuz? Duymadınız galiba… Bir zamandır var. Nasıl duymazsınız? Ses çukurdan geldi… Düzlükteyseniz eğer. Düzlüktekiler. Çukurdakileri. Hem duyar. Duymalıdır! Hem de görür. Görmelidir! Duymamak ve görmemek. Ne mümkün!
>> Okumaya devam ediniz
Çukurdaki işler. “bağırmak ve rol yapmak” üzerine kuruludur. İlahi bir gösteri dünyasıdır çukur. Çok sesli. Ve çok yüzlü! Ama. Biraz süre geçer. Biraz da yakından bakarsanız. Şunu farkediverirsiniz.. Gösteriş törenlerinin. Sadece gösteriş için yapılmadığını! Göstermek için olmadığını! Tam da tersine. Bir şeyleri örtmek! Bir şeyleri saklamak için olduğunu. Tabii ki. Öncelikle, altınları. Pırlantaları. Defineleri. Ama öte yandan da. O malum “niyetleri”.. Ve daha. Neler neleri!
Aslında. Bu durum belki de. Sosyal hayatın. Genel bir kuralıdır. Özetini. Dostovyevski söylemiş:“Herkes zayıflığıyla gösteriş yapar”. Yani. “Bir şeyler abartılıyor ise. Başka şeyler eksiktir”. Ya da. “Bir şeyler durmadan. Gözümüze gözümüze. Getirilip duruyorsa. Bir şeyler de. Bu arada. Sessiz mi sessiz. Gidiyordur”. Kural bu!
Şöyle söyleyelim. Örneğin bir insanda. Gösteriş havasında yapılan. Bir abartılı durum görürseniz eğer. Aşırı şık giyinme. Aşırı tepkiler verme. Aşırı kibarlık. Aşırı bağırıp çağırma. Aşırı ilgi gösterme. Aşırı hiddet. Aşırı öğünme. Aşırı kibir. Hatta aşırı suskunluk.… Gibilerinden. Kuşku duymalısınız! Ve aldanmamalısınız! Çünkü aslında. Tüm bu abartılar. Bu aşırılıklar. İçeride bir yerlerde. Boşlukları doldurmaya çalışıyor. Bazı eksiklikleri. Saklamaya uğraşıyor. Olabilir. Öyledir de! La Fontaine de söylemiş bunu: “Yeteneği olmayanlar, bu eksikliklerini gösteriş ile kapatmaya çalışırlar”.
Ne zamanlar okumuştum. Anımsamıyorum. Ama. “La Fontaine” karşıma çıkınca. Benim aklıma. Öküz ile kurbağanın öyküsü geliverdi. Duruma çok uygun. Biraz değiştirerek anlatayım.
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Boğa olmak isteyen bir kurbağa varmış. Dinleyelim bakalım ne yapmış.
Bu küçük kurbağa. Bir gün. Kocaman bir boğa görmüş çayırda. Onu görünce. O kadar hoşlanmış ki. Bayılmış boyuna posuna “Şu boğa ne kadar kocaman! Neden ben de onun gibi olmayayım?“diye düşünmüş. Kendisine baksanız, aklı… Pardon boyu diyecektim. Aklı yumurta kadar ama. Kurbağa bu anlamaz ki. İlle de boğaya benzeyecek. Başlamış kendini şişirmeye…Şişirdikçe. Vücudu büyümeye başlamış. Arkadaşlarına sormuş: “ Boğa kadar oldum mu?” diye. Arkadaşları “ Ne gezeer! Daha çook küçüksün” demişler. O da. İyice hiddetlenmiş. Büsbütün kıskanmış boğayı. Zorlaya zorlaya. Kendini şişirmeye devam etmiş. Etraftakiler. Bakmışlar ki. Kurbağa vazgeçmeyecek. Bu sefer. Başlamışlar tezahürata. Olur mu olur diye. Bize de bir pay düşer mi diye…Pohpohlamışlar da pohpohlamışlar! Alkışlamışlar da. Alkışlamışlar.. Kurbağa da. Şişmiş,.. de şişmiş,.. İyice ıkınmış, sıkınmış. Gerilmiş. Nefes alamayacak hale gelmiş. Biraz daha. Biraz daha derkeeen. Bir ses! Çaattt!.. Kurbağa. Çat diye çatlamış!
Çaattt! İşte. O ses bu. Çukurdan gelen ses bu!.. Şimdi duydunuz mu?
Kural böyle! Her kim ki. Bir tür gösteriş ile. Kendisini var ediyor ise. Önünde sonunda çatlar. Çukur öyle bir yerdir. Çukur. Çatlamışlarla. Kendisini vazgeçilmez sanıp. Sonra da çatlayıp. Bataklığa karışanlarla doludur. Bunu. Sekiz yüz yıl öncesinden gören Mevlana. Sorar: “Mezarlıklar, kendini vazgeçilmez sananlarla doluyken, yerin üstündeki bu gösteriş de neyin nesi oluyor acaba?“
Devamı gelecek
Önceki yazı: Çukur 4 – Mızraklar
İzleyen yazı: Çukur 6 – Zoka