BüyükAkıntı 15 – Ada

 

Lastiğe tutunayım derken. Kafam takaya çarptı. Denizin ortasında sarsıldım. Arkadaşların da yardımıyla. Akıntıyla yüzerek. Adaya çıktık. İyiki de varmış. O ada. Yorgunduk. Güçsüz kalmıştık. Adaya sığındık. Bu adayı oldum olası sevmişimdir zaten. Yürüyerek ilk okula giderken uzaktan görürdüm. Yedi sekiz yaşlarımda ulaşılmaz bir yer gibi gelirdi bana. Düşünsenize. Suyun ortasında bir taş yığını. O neden orada? Oraya nasıl gidilir ki? Gidilir de ne yapılır ki?

Okumaya devam ediniz >>

Adaları severim. Bana, hep özel bir duygu yaşatırlar. Karmaşık bir ruh hali. Ada. dört tarafı suyla çevrilidir ama. Yine de. Bir özgürlük hali yaratır bende. Herkes ulaşamaz sana. Gitmek kolay değil ama. Gelmek de kolay değil. Gelmek gözde büyür. Kendinle başbaşa kalırsın. Düşünürsün. Aylak. Dolaşırsın. Merak. Keşfedersin. Ada bir mahsur kalma halidir aynı zamanda. Gidersin. Ama dönemeyebilirsin. Bir lodos mesela. Vapurlar iskelede kalır. Sen de adada. Bu da bir kendinle başbaşa kalma halidir. İstemeden de olsa. Yani ada bir sürprizdir. Her zaman. İşte benim sevdiğim yanı da budur. Hayatın bana müdahele etmesi. Planlarımın bozulması. Severim bunu. Hesapta olmayan durumlar. Hesapta olmayan olaylar. Hesapta olmayan kişiler. Hiç te kızmam. Neden kızayım ki? Ne olmuşsa olmuştur. Ve ne olduysa . Olan iyidir. Herşeyin hayırlısı deriz ya . İşte tam da onun gibi birşey.

Bir süre sonra gittik o adaya. On oniki yaşlarımdaydım herhalde. Kuruçeşmeye yürümüş oradan da adaya yüzmüştük. Biz ona ada diyorduk. O kadar. Ada.

Ada bir başkaydı o zamanlar. Kaya ve yosunları hatırlarım. Denizle buluştuğu her noktada. Bir de, genişçe bir havuz gelir gözümün önüne. Deniz suyundan. Gelenlerin yüzmesi için. Havuzun kenarında bir kaç plaj sandalyesi vardı. Hepsi o. Masa bile hatırlamam. Bir restoran da yoktu herhalde. Birşeyler içiliyordu tabii ki. Şişeleri suya atarlardı. Su özgürdü. Plastikler içine hapsedilmemişti. O günlerde sular ya musluktan ya da sokak çeşmelerinden içilirdi. Rüya gibi değil mi? Sizi hınzır paragözler sizi. Hem suyu plastik içine hapset. Hem çevreyi kirlet. Hem insan sağlığına zarar ver. Üstüne üstlük de. Akan sudan para kazan. Kabus gibi değil mi?

Ada gibi yerlerde ise, cam şişelerde su vardı. Ve gazoz. Ayrıca yeni yeni tutunmaya çalışan tek tük gazlı içecek. Ya da tek tür gazlı içecek desem daha doğru olacak. Şişeler depozitolu idi. Yani geri verir parasını alırdınız. Dedim ya, içenler şişeleri suya atarlardı. Bunu keşfettiğimiz gün gözlerimiz parlamıştı. Onların, oyun diye suya attıkları şişeler biz çocuklar için dolgun bir harçlıktı.

Denizin dibine dalar bu şişeleri toplardık. Sanırım naylon torbalara koyardık. Ardından yüzerek kuruçeşme kıyısına geçerdik. Bu şişe dolu naylon torbalarla birlikte. Küçük olduğumuz için zorlanırdık belki de. Ama bu zahmete değerdi. Gerçekten değerdi. O günkü duygularımı çok iyi anımsıyorum. Şişeleri İhsan bakkala verip. Karşılığını alınca. Bütün yorgunlukları unuturduk. Harçlığımızın bile olmadığı günlerdi o zamanlar. Paranın anlamını da bilmezdik. Ama, bu metal parçalarının karşılığında. Bir dondurma , bir üzümlü kek alabileceğimizin farkındaydık. Bazan da bir kitap. Belki de bir piramit pasta. Conker’ in pastahanesinden. Bir kasato. Şimdi artık yok. Kakaolu dondurma. Ama sert. Buzlu. Dişlerimizle kemirmemiz gerekirdi. Çok severdim kasatoyu.

Bu basit girişim büyük bir deneydi benim için. “Hayatını kazanmak ve hayatını yaşamak”. Her ikisinin de aynı anda olabileceğini deneyimlediğim bir andı bu. Ender anlardan biri. O zamanlar farkında bile olamadığım. Düşünüyorumda. Eğer bu deneyimler iz bırakmasaydı zihnimde…”Hayatı kazanmanın hayatı yaşamak olduğunu sananların dünyasında kaybolup gidecektim”… Sonradan okumuştum. Beşyüzyıl önceden. J.J.Rousseau şöyle demiş: “Yalnızca geçimini düşünen birisinin, onurlu düşünebilmesi çok zordur“. Biraz değiştirirsek. Bugün şunu görebiliyoruz sanırım: “Yalnızca geçimini düşünen birisinin, hayatını yaşayabilmesi çok zordur“.

Çocukluğumda. Yokluk çokluktu. Elimizde yokluk. Düşüncelerimizde çokluk. Hayatın bir kuralı da bu mu acaba?  Elinde fazlaca bir şey yoksa; Yeteneklerini zorluyorsun. Yaratıyorsun. Elinde olanlarla. Çevrende olanlarla. Ne varsa. Onlarla. Garip bir çelişki bu. İmkanların ne kadar az ise, o kadar fazla yaratıcı oluyorsun. Bugünün bir derdi de bu değil mi zaten? Herşeyi sunuyorlar insana. Ayrıntısına kadar. Tüm imkanları. Sonra da yaratıcı düşün diyorlar. Yenilikçilik istiyorlar. Ama çoğu yapay. Bu nedenle. Bence. Çoğu zorlama. İnsan doğallığından uzak. Herneyse!

O gün adaya düştüm. Bugün olsa düşemezdim. Ada yerinde duruyor . Ama. Adanın kendisi düştü. Çöktü diyelim. Önce adı değişti. Su ada oldu. Ama suyu olmayan. Toprağı kalmamış bir ada. Sonra şişti. Uzaktan bakınca. Yüzen bir gemi. Lüksünden. Her yanı reklam panosu. Işıl ışıl. Böyle ada mı olur? Hadi canım! Sonuçta. Ada adalıktan çıktı. Sonra da düştü. Enkaz seviyesine. Şimdi ise. Bir moloz yığını o. Vallahi, bunu da becerdik! Güzelim adayı sonunda moloz yaptık. Girmek de yasak artık.

Bugün olsa. Zaten gitmezdim. Düşmezdim adaya. Ne yapar eder. Açığından geçerdim. Yüzerdim. Ne kadar yorgun olsam da. Bir sonraki kıyıya kadar dayanırdım. Sahiden. Sarayburnuna kadar. Çünkü. Görmeye dayanamazdım. Bu halde. Bakamazdım bile. Çünkü üzülürdüm.

Galatasaray Adası o!

Devamı gelecek >>

Önceki Yazı : Büyükakıntı 14 – Yaşayıp geçmek

İzleyen Yazı :

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s