Sonraki yıllarda, “anılar müzesi” bizi hep çağırdı. Yani, mektep anılarımız. Bizler de o günleri yeniden ve yeniden yaşamak istedik. Geriye gitmek istedik. Gidemezdik ki? Nasıl gidecektik ? Önce hayat çıktı yolumuzun üstüne. Başka bir hayat. O güne kadar tanımadığımız. Yeni yeni amaçlar koydu önümüze. Giderek yükselen sorumluluklarla yüzleştik. Birşeyler olmaya çalıştık. Zorlandık. Ama. Hep aynı düşünce. Hep aynı soru. Dürttü durdu beynimizi. Hayatı, mektepteki gibi yaşayabilir miydik?
Okumaya devam et >>
Sonunda. Hayat okulunun, okul hayatı olmadığını anladık. Ama yılmadık. Çabaladık. Hayat okulunun içine, okul hayatımızı da yerleştirmek için. Her fırsatta. O mektep günlerini. Geri getirmek istedik. Hiç istemez olur muyuz? Nasıl özlemeyiz o günleri! Onlarca hikaye ürettiğimiz o anları.
Sınavlarda çekilen “kopyalar” ın hikayeleri mesela. Kopya denince. Küçük kağıtlara ince ince yazmak. Sınavda da onlara bakarak kopya çekmek. Böyle sanmayın! Ya da avuç içine birkaç formülü çiziktirmek. Hatırlamak için. Bu da değil. Bunlar “klasik” yollardı. Her yerde uygulanan. Bizimkiler biraz daha farklıydı. Ve birçok yolu vardı kopya çekmenin. Herbiri bir düşünce ürünü olan.. Ayrı bir hikaye yazan. Onları hatırlamak istemez miyiz? Kopya deyince. Konu, yalnızca yüksek not almak da değildi. Bir oyun kurma. Bir oyun oynama. Bir eğlenme. Birşeyleri başardığını hissetme. Bir heyecan duyma işiydi kopya. Bu bir sınıf harekatıydı. Ve sanırım. Önceki kuşaklardan öğrenilirdi. Kuşaktan kuşağa geçer. Gelişerek ilerlerdi. Herbiri ortak bir çabanın sonucuydu. İşbölümü yapılırdı. Ve işbirliği. Ve dayanışma. Herbiri cesaret gerektirirdi. Ve hakkaniyet. Yani adalet.
“Canlı Kopya” dediğimiz bir metot vardı mesela. Hocanın önceki yıllarda yaptığı sınavlar araştırılır. Sorabileceği muhtemel sorular öngörülür. Bunların içinden bazıları seçilir. Ardından da tüm sınıf. Bu sorular sorulmuş gibi. Sınav kağıtlarını önceden hazırlardı. Soruları ve cevaplarıyla. Herkes. Sınıftaki genel başarı seviyesine göre düzenlerdi cevaplarını. Çalışkan bilinenler daha yüksek not alacak şekilde. Diğerleri ise daha düşük not. Herkes seviyesine göre. Yani. Sonuçlar hocaya sürpriz olmayacak şekilde. Ama tabii ki. Sınıf ortalaması yüksek olurdu. Sınav başlar. Herkes soruları cevaplıyor gibi yazmaya başlardı. Sınavın sonuna doğru. Hocanın dağıttığı kağıtlar bir şekilde saklanır. Yerine. Önceden hazırlanmış sınav kağıtları teslim edilirdi.
Buna benzer farklı kopya metotları vardı. Tabii ki, kullanılacak kopya metotları, hocanın yaklaşımına, dersin özelliklerine göre seçilirdi. Aynı metot kullanılsa bile. Her sınavın farklı bir macerası olurdu. Yani hikayeler tükenmezdi. Hocalar ise. Farklı tepkiler gösterirlerdi. Özünde bir şeyler hissederlerdi. Bir şeylerden kuşku duyarlardı sanırım. Ama ne olduğunu bir türlü farkedemezlerdi. Yakalandığımız bir olayı da hiç hatırlamıyorum. İşte bu durum. Bizler için. Yıllarca. Tekrar ve tekrar hatırlanacak. Konuşulacak. Konulardan sadece bir tanesiydi. Hatırladıkça konuşur. Konuştukça hatırlardık. Her birimiz. Bir şeyler katar. Süslerdik. Bir yılbaşı ağacını süsler gibi. Ne zaman biraraya gelsek. Düşüncelerimizle bir “hatıra ağacı” kurardık. Yılbaşı ağaçlarını bilirsiniz. Süsledikçe. Ağaç kaybolur. Yalnızca süsler görünür. Hatıra ağacımızda da. Geçmişin karanlığında. Süslenen anılar. Işıl ışıl parlarlardı.
Yıllar geçti. Ardı ardına. Tüm bu anılar için. Zamanlar ayırdık. Mekanlar paylaştık. Masalara çağırdık anıları.. Tekrar yaşamak istercesine. Yaşayabildik mi? Güzel günler. Mutlu anlar. Oldu tabii. İyi duygular da hissettik beraber olunca.
Ama gerçek şu ki, hatırlamak başka bir şey. Yaşamak daha da başka. Özünde, “hiçbirşey aslı gibi olmuyor”. Olsa olsa yeni bir taslak. Güzelce bir kopya. Canlı kopya. Geçmişi yeniden canlandırmaya çalışan. Ama geçmişte yaşananların kendisi olmayan. Başka bir şey yani! Olan bu! Yıllar öncesindeki gibi. Olamıyor, çünkü, ne bizler o günkü çocuklardık; Ne de zaman, o günlerdeki zaman. Heraklitos’ un dediği gibi : “Her şey akar hiçbir şey kaIıcı değiIdir o yüzden aynı dereye iki kez girmek mümkün değiIdir; çünkü dereye bir kez daha girdiğimde hem ben hem de dere değişmiştir. “
Yani değişmişti. Herşey. Aradan on yirmi yıl geçince. Hem bizler, hem de zaman. Değişmişti! La Bruyere, “Çocukların ne geçmişi ne geleceği vardır. Şimdi ki zamanda yaşar onlar” der. Mektep hayatı öyleydi. Sorumluluk düşüncesinden uzaktık. Geçmiş algımız yoktu. Gelecek için bir düşünce taşımıyorduk. Yalnızca yaşadığımız anlar vardı. Ama, hayat okuluna yönelince ne oldu? Yeni insanlar tanıdık. Yeni etkiler altında kaldık. Yeni amaçlarımız şekillendi. Yeni niyetler beslemeye başladık. Yeni ilişkilerimiz oldu. Yeni ve başka çevreler. Özetle dünyamız değişti. Biz de değiştik. İşlerle uğraşırken, gizlenmiş yeteneklerimiz hayat buldu. İnsanlarla çabalarken de saklanmış kişiliklerimiz döküldü ortalara. Özetle. Potansiyelimizi bulduk bu yolculukta. Gerçek kendimizi. Ne isek onu. İyisiyle kötüsüyle. Kimi zaman biz bile şaşırdık kendimize. Bulduklarımıza. “Ben bu muyum ?” dediğimiz olmadı mı hiç? Şaşırmadık mı? Eğer ki şaşırmadıysak; Yerimizde saymışız demektir. Kendimizi keşfetme konusunda. Kendimizi tanıma anlama konusunda.
Sonunda nereye vardık acaba? Kopmadık tabii ki! Birbirimizden. Kopamayız da! Ama. Neredeyiz? Mutluluğun neresinde? Arkadaşlığın neresinde? Ve nereye kadar gidebiliriz?
Canlı kopyalarla…
Devamı gelecek>>
Önceki Yazı : Mektep 8 – Anılar Müzesi
Gelecek Yazı : Mektep 10 –