Taksim

 

taksim

 

Karşıya bak!” dedi babam.” Ne görüyorsun?”. “Duvar” dedim. “Nasıl bir duvar?” diye sordu.”Eski, rengi yok” diye cevapladım sanırım. Aklıma, gri demek gelmemişti. Duvara doğru yaklaştık. Nasıl yaptımsa, elimi dokunduğumu hatırlarım. Küçük taş parçaları düşmüştü . “Gördün mü, sahiden eskimiş” dedi babam. “Böyle bırakılırsa, taş taş dökülür; Yazık!” diye de mırıldanmıştı. Aslında, o günün hikayesi sabahtan başlamıştı.

Okumaya devam et ->

Bu akşam dışarı çıkacağız; öğlenleyin yat da uyu” demişti annem. Meraklanmıştım. Mahalleden çıkmak! Hem de akşam üstü. İlk olacaktı. O gün babam erken geldi. Otobüse binip büyük bir meydana gittik. Burası “taksim” dedi babam. Taksim meydanı. Ne meydandı ama! Orada herşey vardı. Herşeyden çok vardı. Otobüsler. İnsanlar. Oturanı, koşuşturanı. Dolmuşlar, taksiler. Yüksek binalar. Yüksek ağaçlar… Bugün hepsinden daha da çok var tabii. Hepsinden… Ağaçlar hariç.

Büyük meydanın yanındaki büyük bir parka gittik. En çok neyi sevdim derseniz… O siyah hayvan heykellerinin üstüne binmeyi. Hatırladığım kadarıyla bir düzine kadar vardı. Parkın değişik yerlerine serpiştirilmişlerdi. Aslan, geyik, panter,..Parlak, siyah, soğuk ve serttiler. Koşup durdum çimenlerin üzerinde. Birinden inip diğerine bindim heykellerin…. Bugün yoklar.

Hava kararmaya başlayınca, tekrar meydana döndük. Kalabalıklaşmıştı. Ürperir gibi oldum. Insan çocukta olsa bir şeyler hissediyor. Bir heyecan. Bir duygu. Sonraları da yaşadım benzer duyguları. Farklı mekanlarda.

Mekanlar böyledir. Onların bir ruhu vardır. Çünkü yaşanmışlıklar vardır oralarda. Anılar birikmiştir damla damla. İnsanlar izlerini bırakmışlardır. Duygularını ekmişlerdir toprağa. Duygular davranış olur. Davranışlar alışkanlık. Alışkanlıklar da gelenek. Ve gün gelir. An gelir. Gelenekler yerleşir adım adım. Kültür olur. O mekanlar bir mirastır artık. Kuşaktan kuşağa aktarılacak. Kültür mirası. Paris’ te Bastille meydanı. Tiran’ da İskender Bey meydanı. Pekin’ de Tiananmen meydanı, 1417 den beri var olan.

Sanmayın ki Taksim bir “yer” dir. Taksim bir “zaman” dır. Zamanın bir ruhu vardır. Taksim’ in de. Sipariş de edemezsin bu ruhu. O oluşur. Tarihin akışı içinde. O mekanı yaşayan insanlarla. O mekanda yaşanan olaylarla. Ama, ne zaman ki “taksim” sözcüğü geçer bir şekilde, bir yerlerde! İşte o zaman aynı duygularda birleşir herkes. Çok uzaklarda olsalarda. Çok farklı zamanlarda yaşıyor olsalarda. İstediğimiz kadar uğraşalım! Zorla yaratamayız, bir günde oluşturamayız bir ruhu. Eski bir çınar ağacının altında toplasak bütün insanları. Gülsek, eğlensek, dertleşsek. Biraz da hüzünlensek. Hatta bağırıp çağırsak. Hatta hatta, şarkılar, marşlar söylesek bir ağızdan. Bayraklar sallasak. Orada bir “eski çınar” ruhu var mı diyeceğiz yani? Bu kadar mı kolay? Herşeyin bir sahtesi olabilir. Her şeyin kötü olanı. Ama gerçek ruh hali, ancak ve ancak içten gelen samimi duygularla oluşur. Doğal yollarla. Ve kendiliğinden.

Daha çocukken, Taksime ilk çıktığım o gün hissettiğim bu olmalıydı. Taksimde dolaşan bir heyecan. Bana da dokunmuştu.

Ruhlar görünmez. Onlar bizim duygularımızdır. Beynimizin içine sızmış, sinmiş. Ama yaşarlar. Yalnızca meydanlarda değil. Bazan bir kurumda. Bazan da ilişkilerde. Ruh ikizim demezler boşuna! Taksimde cumhuriyetin ruhu dolanır. Haydarpaşa garında, Anadolunun ruhu. Ve Floryada Galatasaray ruhu mesela, dereağzında da Fenerbahçenin ruhu. Ruhlar ölmez kolay kolay. Hele ki temelinde sağlam düşünce ve duygular varsa. İnsanlar, o mekanlarda yaşadıklarını, değerli bir tablo gibi, gönüllerinde taşırlar. Evlerine götürürler. İş yerlerine. Paylaşırlar. Anlatırlar. Mekanlar yok edilse de, ruhlar kendine, yine de bir yer bulur elbet! Ama bu yıllar alabilir. Yavaş yavaş oluşur.

Taksim cumhuriyetin ruhuysa eğer! Kim Taksimi alt üst etmek ister ki? Ya Haydarpaşa garı’ nın ruhu! Onu kim yıkmayı düşünebilir ki? Ve Galatasarayın ruhu Floryada ise eğer! Kim e yakışır ki, Floryayı elden çıkaran olarak anılmak? Ruh hayattır. “Hayatın bağrına saplanan hayatNietzsche’ nin dediği gibi….

Birdenbire oldu! Nasıl olduğunu da anlamadım; Taş duvarın üstünden sular fışkırmaya başladı. Gökyüzüne doğru. Rengarenk sular. Sarı, turuncu, pembe, kırmızı, mavi, yeşil… Su ışıkları. Işıktan damlalar. Kalabalık dalga dalga coştu o anda. Alkışlamaya başladı. Ellerindeki bayrakları sallıyordu kimileri de. Ben de annemin elime iliştirdiği küçük kağıttan bayrağı sallamaya başladım; neden olduğunu anlamasam bile. Annem beni kucağına aldı. Sonra da babam omuzuna oturttu. “Daha yüksekte salla, daha da yüksekte!” dedi. “ Bu cumhuriyet, bu bayram!”.

Babam 1921 doğumluydu. Bir imparatorluğun çözüldüğü son günlerin acısını hissedebilmiş miydi acaba? Ve ardından, günün ağarmakta olduğunu da farketmiş olabilir miydi? Bilemiyorum. Belki, subay olan dedem anlatmıştır. Ama, şunu biliyorum. Daha beşinci yaşımda, o akşam üstü, elimden tutmuş, Taksime çıkartmıştı beni. O kutlama gününde. Beni bir anıtın önüne götürüp bir hikaye anlatmıştı. Çocuk diliyle. O günün hikayesini. Ben beş yaşındaki küçük çocuk. İşte o akşam cumhuriyeti hissettim. Taksimde. Hafızamdan hiç silinmedi. Hiç! O su var ya, o su! O bir mucizeydi sanki. Karanlık duvarın üstünden fışkıran o ışık ışık su! O cumhuriyet oldu benim çocuk zihnimde! Eski bir coğrafyadan, karanlığın içinden yükselen bir mucize. Tek ışık. Uzakları aydınlatan. Geleceği aydınlatan. Bağımsız ve özgür bir iradeden yükselen bir ışık. Pakistanın milli şairi İkbal’ in dediği gibi: “Bizim aslımız , rengi uçmuş bir kıvılcımken, O’ nun masmavi bakışlarıyla cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik”.

Cumhuriyet oydu. Ta kendisi! Su gibi arı. Işık gibi berrak.

Bir mucize.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s