Gördüğünüz gibi, akıntıburnundan uzaklaşamadık bir türlü! Dayının sinemasından da ayrılamıyoruz. Oynanacak binbir çeşit oyun varken!.. Ama sonuç olarak o bir sinema. Pek küçük bir alan da değil. Tam akıntıburnuna kurulmuştu. Bugün bakıldığında, orada bir zamanlar bir sinema bahçesi olabileceğini düşünmek hiç de kolay değil. Sahiden var mıydı? Yoksa onu ben mi yarattım, hayalimde?
Okumaya devam et ->
Ben bile, hatıralarımdan çekip çıkarıp, o sinemayı oraya yerleştirmekte zorlanıyorum. Ama, biliyorum ki o vardı. O bir gerçekti. Ben onu yaşamıştım. Oradaydım. Kireç beyazı büyük bir taş perde. Sıra sıra tahta sandalyeler. Film makinasının , dalga seslerine karışan mekanik tıkırtısı. Arada bir, tam da en heyecanlı yerinde kesilen film. Seyircilerden yükselen bir uğultu. Yanan ışıklar. Ve hemen ardından ortaya çıkıveren gazozcuların sesleri. Evet, gazozcular. Bir de onlar var! gazozcular, frigocular, çekirdekçiler. Nasıl unutabilirim ki?
“Keşke, Paris pazarlarında bağrışan çarşı esnafının diliyle konuşabilsem” der Montaigne. Bunu öylesine söylenmiş bir söz sanamayız tabii ki! Hepimize bir şeyler çağrıştırır. Bana da dayının sinemasındaki satıcıların bağrışlarını. Bu bağırmaların sıcak bir tınısı vardı. Diğer her sesten ayırtedersiniz onu. Bu sokağın dilidir. Sahicidir yani. Süslü sözcüklerle kirlenmemiştir. Sahtecilik kaygısıyla bozulmamıştır. Aldatmaz. Neyse odur.
Ya şimdi nasıl? Gazozcular zaten kalmadı da..İnternet dilini de kastetmiyorum. Konuşulan dilden söz ediyorum. Sokaklarda, evlerde, salonlarda. Politikacının, bürokratın, bilim adamının, muhabirin, iş adamının, esnafın, ve hatta sokaktaki adamın… Her şey basmakalıp değil mi? Her ifade birbirinin aynı. Sözcükler hoş ama içleri boş. Hissediyorsunuz. Bir şeyi anlatmak için, en ufak bir çaba bile gösterilmediğini anlıyorsunuz. Akla ilk gelen klişeye tutunulmuş. İçtenlikten uzak. Fazla abartılı kalıp sözler.“Çeşitlilik zenginliğimizdir” gibi… “ Biz bir aileyiz” gibi. “Ben yok biz var” gibi. Saymakla bitmez. “Değişmeyen tek şey değişimdir” gibi. “B planınız ne?” gibi. “Ortak aklı kullanalım!” gibi. Anlayabilirsen anla! Sanki dil değil de formül. Kavram formülleri.
Belki, birileri bir şey anlıyordur da. Ama, herkesin aynı şeyi anlamadığı kesin! Herkes istediği gibi dolduruyor içini. Yani, sonuç olarak içleri boş! “Adam gibi adam”, “Bu benim kırmızı çizgim” gibi… Bunların hangisi mahalle aralarında dolanmış? Hangisi ev sohbetlerine konu olmuş? Sokak kavgalarına karışmış? Hiçbiri! Bunlar pişmemişler, olgunlaşmamışlar. İçleri dolmamış. Gönüllerdeki duyguyu, zihinlerdeki düşünceyi kavrayamamışlar. Yürekten gelmemişler. Gelmeli mi? Hem de nasıl! Ne demişti Mustafa Kemal : “ Bir milletin dili, o milletin yüreğidir, beynidir” Halbuki bunlar başka akıllarda üretilmiş ve paketlenmişler. Teknolojinin her tür araç ve kanallarıyla odalarımızın içine kadar, okullarımızın kara tahtalarına kadar, zihinlerimizin en derinliklerine kadar gönderilmişler. Bizim sanmışız ama dışardan kopyalanmışlar. Bu topraklarda doğmamışlar. Üstüne üstlük tercüme kokarlar! “Ben bu fikri satın almıyorum!…” Sanki, çarşıdan kestane alıyor sanırsın. “Bunun arkasında bir üst akıl var!” Ne kadar da bilmişçe! Ne dolandırıyorsun sözü bu kadar? Ne söyleyeceksen onu söyle…
Marcel Proust, “Kendi düşüncemizin ayırıcı rengini en doğru biçimde aktarmak istiyorsak, etiketleri reddetmeliyiz …..der ve ekler “Kendi seçimimizin, kendi zevkimizin, kendi şüphemizin, kendi arzumuzun ve kendi zayıflığımızın izlerini taşıyan şey güzel olabilir ancak”.
Yani, dilin güzelliği kusursuz değildir; Güzel kendimizin olandır. Derinliklerimizden gelendir. Bırak sarılmayı kulaktan duyduğuna! Bırak şunun bunun gibi konuşmaya özenmeyi! Eşele kendi derinliklerini. Yakala bir sözcük, aklının ucuyla da olsa. Kendi içinden doğsun.
Şimdi düşünüyorumda , keşke , dayının sinemasındaki gazozcuların ağızlarıyla konuşabilseydik. “Frigo buzzz. Gazozz! Keekk, çukulaata. Dondurrrrma kaymak.”
Siz belki, yalnızca harfleri görüyorsunuzdur bu sözcüklerde.
Ben ise çocukluğumun o güzelim yaz akşamlarını.
>> Devamı gelecek
Önceki yazı: Büyük Akıntı 8 – Dayının Sineması
İzleyen yazı: Büyük Akıntı 10 – Mağaralar