Tabii ki, akıntıburnu yalnızca arkadaşlarla buluştuğumuz bir sahil değildi. Orada yalnızca dalgalar ve rüzgar yoktu. Yalnızca bakım bekleyen sandallar, ağlarını onaran balıkçılar yoktu orada. Burunun hemen ardında , yolun karşısında, bir açık hava sineması vardı. Küçük bir sinema. Zemini topraktı. Tek tek tahta sandalyelerini hatırlarım. Oraya “dayının sineması” derdik.
Okumaya devam et ->
Arnavutköy’ ün o zamanki tek açık sinemasıydı. Yaz aylarında, akşam saatlerinin tek eğlencesi. Ama biz orayı gündüzleri mekan edinmiştik. Sandalyeleri sağa sola yığar sinemanın ortasında oyunlar oynardık. Sokak oyunları. Hangi birini sayayım ki! Birdirbir, köşe kapmaca, yakan top, körebe, sek sek, tilki tilki saat kaç, saklambaç… Dahası da var. Taşlı kuka, güvercin taklası, uzun eşek, kulaktan kulağa, istop, yağ satarım,…Bitti sanmayın. Kutu kutu pense, mendil kapmaca, ortada sıçan, bezirgan başı, kukalı saklambaç, … En az bir bu kadar daha sayabilirim. Bir dolu çocuk oyunları.
Görünüşte sadece tozlu topraklı bir alandı sinema. Bomboş. Ama boşluk, yokluk değildi. Boşluk bir zenginlikti. Neden mi? Çünkü burada, hiçbir teknoloji bize bir oyun dayatmıyordu da ondan! Hiçbir oyuncak düşüncelerimizi oyalayıp engellemiyordu da ondan! Hayalimiz kadar zengindik o bomboş alanda. Ve bunun bir sınırı olabileceğini hiçbir zaman aklımıza bile getirmemiştik. İstediğimiz oyunu kurabilirdik o boşluk üzerinde. Bir ressamın boş tual üzerine, hayalindeki duyguları bir resim olarak çiziktirmesi gibi. Hiçbir model kullanmadan.
Tabii ki bugünle de karşılaştırıyorum. Nasıl karşılaştırmam? Bakıyorum da, bebeklikten çıkıp da çocuk bile olamamışların ellerinde telefon, önlerinde tablet… Oyuncak diyelim. Açıyor, kapatıyor, dokunuyor. Seyrediyor, dinliyor. Birşeyler de öğreniyor belki. “Bak güldü, nasıl da dikkatli değil mi?,.. Bu çocuk akıllı olacak! Bi görseniz, ekran bile değiştiriyor”. Oyun, bunun gibi birşey bugün. Ama aslında, bugün oyun yok, oyuncaklar var. Oyuncaklar, çocukların oyunlarını yok etti. Adım adım yaşadık. Önceleri tek tüktü bu oyuncaklar. Sonra çoğaldılar. Çeşitlendiler. Bugün, gelinen noktada artık, oyuncaklar akıllı. “Smart” diyorlar. Biraz dikkatli bakın. Yakından. Göreceksiniz. Çocuk mu oyuncakla oynuyor, yoksa oyuncak mı çocukla? Belli değil. Oyuncaklar akıllı da. Peki ya çocuklar?
Eski zamanlar güzel zamanlardı. Çocuklar için. Ne derseniz deyin! O zamanlar parklar, çocuk bahçeleri, internet kahveler, evlerde televizyonlar, ceplerde telefonlar,…veya binbir çeşit elektronik oyuncaklar yoktu. Bir çocuk için oyun hayatı sokaktaydı, mahalledeydi. Ve arkadaşlarla birlikteydi. Bu oyunların hiçbirini evde oynayamazdınız. Bu oyunların hiçbirini tek başınıza da oynayamazdınız. Bu oyunları oynamak için, elinizde bir oyuncağa ihtiyacınız da yoktu. Bazan hiçbirşey gerekmezdi oynamak için, “birdirbir” de olduğu gibi. Bazan tek bir mendil yeterdi. “Yağ satarım” da olduğu gibi. Bazan yoldan bulduğumuz çürük bir konserve kutusu. “Kukalı saklambaç” taki gibi. Ya da iki tahta çubuk. “Çelik çomak” taki gibi. En fazla fazla da belki bir küçük top. “Yakan top” taki gibi. O topu da kağıttan yaptığımız olmuştur çoğu zaman. Oyunlar, bize miras kalırdı önceki çocuklardan; Kuşaktan kuşağa geçen mahalle kültürü olarak. Nasıl öğrendiğimi hatırlamam bile. Oyunu bilenler, bir şekilde duyanlar diğerlerine söylerdi; Hemen de oynamaya başlayıverirdik. Kimi zaman yeni oyunlar yarattığımız da olmuştur. Biraz da sıkıntıdan; “Hadi şöyle yapalım “derdik. Sırf değişiklik olsun diye. Yapa yapa da yeni bir oyun şekillenirdi giderek. Kendiliğinden. Bu oyunlar bir keşif miydi? Yoksa bir icat mıydı bilemem. Ama, herbiri farklı bir keyif veriyordu bize. Herbiri ayrı bir dünyaya taşırdı bizi. “ Her gerçek oyun içinde bir dünya doğar” diyen Ludwig Jahn haklı olsa gerek.
Bu oyunlardan ne kadar çok şey öğrenmişim. Koşup oynarken, hoplayıp zıplarken kişiliklerimiz de şekilleniyormuş meğer. Farkında bile olamadım. Bunları sonradan anladım. Yıllar sonra. Kişisel gelişim adı altında eğitimler verilmeye başlandığında. Kitap üstüne kitaplar yazıldığında. Nerdeyse hepsine katıldım. Her kitabı okudum, her konuyu izledim o zamanlar. Önceleri o süslü sözcükler yeni birşeyler anlatıyor gibiydi. Takımdaşlıkmış! İletişimmiş! Empatiymiş! insiyatifmiş!.. Ama dinledikçe, düşündükçe anladım ki, tüm bunları oyunlarda yaşamışız. Yaşayarak öğrenmişiz zaten. Çocukluğumuzda. Mahallemizde. Düşe kalka. Öğrenmişiz de ne kelime! Taa içimize kadar sinmiş. Parçamız olmuş, Tam da Seneca’ nın dediği gibi: “Bilmek, bir şeyi kendimizin parçası yapmak demektir”. Yani sadece dinlemekle olacak gibi değildi. Sadece okuyarak da.
Dayının sineması . Çocukluğumun tapınağıydı orası. Bizim oyun bahçemizdi. Ya da okul mu demeliydim. Akademos koruluğundaki gibi. Sebze yetiştirdiği bostanda, açık havada öğrencilere ders veren atinalı bahçıvan(!) var ya. İşte o! Platon. MÖ. dördüncü yüzyılda. Hocası Sokrates. Öğrencisi Aristo. Hep birlikte batı felsefesinin temellerini atmışlar. Yirmidört asırdır da, yani hala, dünyayı etkiliyorlar.
Ne dünya ama! Şimdilerde , Platon bir oyuncak adı. Akıllısından.
>> Devamı gelecek
Önceki yazı: Büyük Akıntı 7 – Bre zavallı insan!
İzleyen yazı : Büyük Akıntı 8 – Gazozcular
Sevgili hocam, biz sokakta büyüyenler çok şanslıyız.. Çocuklarımız bunu yaşamadıkları için neleri kaybettiklerini hiç bilemeyecekler ne yazık ki..
BeğenBeğen
Çok doğru İbrahim. Belki oyun isimleri ilgilerini çekerse tesadüfen.
Meraklanırlar.
BeğenBeğen