Top Oyunu : Arsadan Borsaya

cocuk-oyunlari-mahalle-maclari

Adını bile bilmezdik. Top oynamaya gidiyoruz derdik. Yakındaki toprak arsaya koşar, bir kenarına iki taş, karşı yanına da iki taş koyardık. Bunlar kale olurdu. Direkler yoktu. Zaten bu nedenle de, üstten giden topların gol olup olmadığı hep tartışma konusuydu.
Bu, çift kale maç içindi. Bazan da, eğer yeterince arkadaş yoksa tek kale maç yapardık. Kimi zaman da , arsanın çevresine eşit aralıklarla sekiz on taş koyar, beyzbol oynardık. Her neyse, sonuç olarak top oynardık. Bugün “spor” yapıyorlar. Top oynarken, spor yapmış olduğumu sonradan öğrendim.

okumaya devam et >>>

Oyun bir keyifti. Eğlenirdik. Kızardık. Sevinirdik. Mücadele ederdik. Heyecanlanırdık. Tabii ki rekabet vardı. Kazanma hırsı da. Bazan kavga da ederdik. Ama, herşey sahada olup biterdi. Ne olursa olsun, sahada olan sahada kalırdı. Top oyunu arkadaşlığımızı bozmaz, güçlendirirdi. Bizi topun peşinden koşturan, duyduğumuz zevkti. Bu amatör bir ruhtu. Ve nerede spor yapılıyorsa, orada yalnızca bu ruh vardı.

O zamanlar, futbolculuktan para kazanılmazdı. Sporculuk ya da futbolculuk bir meslek değildi. Yani Spora para bulaşmamıştı. Takıma ve renklere bağlılık vardı. Renkler, o takımın ve topluluğun değerlerinin, kültür birliğinin bir simgesiydi. Takımdan takıma dolaşan oyuncular olmazdı. Olursa da hiç hoş karşılanmazdı. Çok yadırganırdı. Spor temiz bir oyundu.

Top’a paranın bulaşması yetmişli yıllarda başladı. Futbol profesyonelleşti. Futbolculuk meslek oldu. Transferler giderek sıklaştı. Kulüplerine manevi değerlerle bağlı olan sporcular birer maddi değer haline geldi. Alınıp satılan bir mal oldu. Tam da bu noktada, sporun zevk veren ruhu ve olgunlaştıran doğası, sporu terketmeye başladı.
Maddi açgözlülük sporcuyu ve sporu teslim almaya başladı. Küfürü duyduk. Şiddeti görmeye başladık. Amatör olarak nitelenen spor dallarında bile, maddi teşvikler aldı başını gitti. Sporda para kurumsallaştı. Spor da lekelendi.

Para çekicidir. Bir yere para ekerseniz, bir sürü paydaş oraya üşüşüverir. Böyle de oldu. Futbolcu pazarı olgunlaştı. Yıldız olan, yıldız olmayan futbolcu ayrımı keskinleşti. Futbolcu pazarlayan menajerlikler oluştu. Transferde aracılar türedi. Böylelikle pazarlama düşüncesi ve faaliyetleri spora yerleşmeye başladı. Ardından pazarlanacak sportif ürünler yaratıldı. Daha sonra da bu ürünleri satacak mağazalar açıldı. Böylelikle, sahadaki rekabet ticari alana da geçmiş oldu.

Taraftarın, hala amatör kalabilen duygularını paraya dönüştürmek isteyen pazarlamacılar yeni araçları icat etmekte gecikmediler. Başlangıçta , anlamını tam da kavrayamadığımız “sponsorluk” la da böylece tanıştık. Bazı girişimcileri de bu vesile ile duyduk; Köftecisinden, şalgam suyu satıcısına kadar yüzlerce sponsorun adını öğrendik. Bunlar, sporun her alanını ve sporun her unsurunu reklam tahtası haline getirdiler. En sonunda, oyun sahasının kenarları, seyircinin oturduğu koltuklar, teknik adamlar ve nihayet oyuncular birer reklam panosu oluverdiler.

Tabii ki tüm bunların görülmesi gerekiyordu. Bunu sağlayan da medya oldu. Spor, gazetelerin arka sayfalarından ekranlara taşındı. Spor programları, haftanın günlerine sığamaz oldu. Herkes spor yapmasa da, herkesin sporu bildiğini o günlerde öğrendik. Ama fikirler farklıydı. Önyargılar, suçlamalar havalarda uçuştu. Şike ile, doping ile yakından tanıştık. Spor kirlendi.

Ve günler geçti. Geldik doksanlı yıllara. Bir de baktık ki, insanları eğlendiren spor, birilerinin para kazandığı bir “ iş ” oluvermiş. Takımlar parasal değerleriyle ölçülür olmuş. Kulüpler borsada konuşulur olmuş. Yalnızca formalar değil oyuncular da; yalnızca oyuncular değil kulüpler de alınır satılır olmuş. Spor bir piyasa olmuş. Spor hayatı pazar yerine dönüşmüş.

Adını bile bilmezdik futbolun. Top oynuyoruz derdik. Topun fiyatı en fazla yüz kuruştu. Onu da her zaman bulamazdık. Kağıtları buruşturur, sicimle sarar, top diye oynardık. Şimdi bu top bir endüstri oldu diyorlar. Değeri de milyar dolarlar. Topun kendisi bizim oyunumuzdu. Topun endüstrisi, itibar ve nüfuz arayanların oyunu oldu. Biz sahada oynardık. Şimdi masada oynanıyor oyun. Langırt gibi bir şey anlayacağınız. Ama çıkar ağı geniş.Kazanç büyük. Kaynak sonsuz.

Peki bu kazancı besleyen ne? Kimse bunu sorguladı mı? Bu karmaşık piyasanın vazgeçilmezi ne? Cevap basit aslında. Gözler önünde duruyor: Sahadaki oyuncu ve tribündeki seyirci. Hepsi bu! Siz bakmayın o anlı şanlı federasyonlara, UEFA kurullarına. Bakmayın kulüp yönetimlerine, hakemlik komitelerine ve hayatımızı sarmalayan spor organizasyonlarına ve spor adamlarına. Kaldırın seyirci ile oyuncuyu! Hepsi yok olur! Geriye hiçbirşey kalmadığını anlarsınız spor adına. O seyirci. O masum taraftar. İşte ana kaynak o! Kazanç düzenininin ana damarı, onun duyguları, onun heyecanıyla besleniyor.

İnsan düşünmeden edemiyor. Yoksa, şu spor denilen gösteri, seyircinin duygularını ve heyecanlarını pazarlayan sonsuz bir çark mı? Milyonları içine çeken bu büyük piyasa oyuncuların umutlarını ve hayallerini para – layan bir “oyun” mu ?

Gel de Emil Zatopek’ i anımsama! 1952 olimpiyatlarında, uzun mesafe koşularında aldığı 3 altınla, alanında ilk ve tek olan “Çek Lokomotifi” başarısını şöyle açıklamıştı : Bir atlet cebinde parayla koşmaz. Koşması için kalbinde umudu, aklında hayalleri olmalı.

>> izleyen yazı : Topa Hükmetmek için

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s