Şu halimizi görse, Diogenes ne derdi acaba? Çıplak ayakla dolaşan Sinop doğumlu filozof. Fıçıda yaşayan. Elinde fenerle sokakta “adam“ arayan. Yine böyle sokak sokak dolaşırken, bir gün bir çeşmeden suyu avuçlarıyla içen bir çocuğa rastlar filozof. Bir an durur. Şaşırır. “Diogenes” diye mırıldanır kendi kendine, “aldın mı boyunun ölçüsünü!…Yazıklar olsun sana!..”. Sonra da heybesinden, her gün kullandığı ahşap maşrapayı çıkarıp, muzaffer bir gülümsemeyle uzağa fırlatır. Mutludur. Çünkü, bir yükten daha kurtulmuştur. Eşya bir yüktür Diogenes için. Elleriyle su içmek varken, maşrapa ayak bağı değil de nedir?
Okumaya devam et –>
Şimdi, bugünkü halimize bakalım. Hayatımızı eşyalarla doldurduk. Nereye gidersek gidelim eşyalar sarıp sarmalıyor bizi. Evde, işte, okulda, sokakta.. Nerede olursak olalım. Onlarla birlikteyiz. Eşyalarla. Onları biz yaptık. Eşya dediğimiz şeylerin tamamı insan yapısı. Tabiatta eşya yok. Biz yarattık. Kalem, masa, çanta, kaşık , bardak, saat, dolap, halı, tencere, lamba, saat, telefon, sandalye, ayakkabı, diş fırçası, gömlek…Hadi, bunlar neyse. İşi biraz büyütürsek: Televizyon, uçak, araba, buzdolabı, tren…Hangi birisini sayayım.
Doğada eşya yok. Ağaç var. Yaprak var. Taş, toprak, su var. Meyve var. Çiçek var. Ot, çimen, çalı var… Eşya insanın doğa ile buluştuğu noktada var. İnsanın doğayı kullanarak yaptığı bir şey eşya. Zaten “şey” sözcüğünün çoğulu.
En basitinden bir ayakkabı mesela. Bunun için bile çok sayıda malzeme kullanıyoruz. Deri, kauçuk, kösele, ip, çivi, boya, yapıştırıcı… Nereden sağlıyoruz bu malzemeleri? Tabii ki doğadan. Başka ne var ki elimizde! Bu kadar da değil! Malzemelere işlem yapıyoruz ayakkabı üretmek için. Bu nasıl oluyor derseniz, aletler, araçlar kullanılarak tabii ki: Çekiç, örs, falçata, eğe, kerpeten, makas, zımpara…Peki bunlar nereden geliyor? Nereden olacak, doğadan.
Görüyorsunuz, basit bir ayakkabı için bile muhtacız tabiata. İlk günden beri. Çok çok eskiden, MÖ 20.000′ lerden beri. Düzleştirilmiş otların ayağa ilkel iplerle bağlanmasından beri. Neden yapıyoruz bu ayakkabıyı dersek. Bu bir insan ihtiyacı. Ayaklarımızı koruyor. Yaparız tabii ki. Ama konu burada dursa iyi de! Durmuyor. Ayakkabı çorap gerektiriyor. Çorap için iplik lazım. Ayakkabı çamura bulaşıyor. Temizlemek için fırça lazım. Fırça için ahşap sap. Sonra boya. Boya için de tabiattan bitkiler. Ve boya üretmek için yine küçük aletler. Peki bu küçük aletler nasıl yapılacak?… Bu böyle sürer gider.
Aslında bu, işin en basit hali. Sadece ayakları korumak istiyoruz. Bir de, güzel görünsün dersek. Farklı renkler, farklı biçimler istersek. Hele hele bazı aksesuarlara da göz dikersek; tabanlık, kılıf, ayakkabı kalıpları, renkli bağcıklar, bağcıklar için de jel, topuklar, topuk koruyucular, tokalar, çeşit çeşit dekoratif aksam,…gibi. Biraz daha ötesine de gidersek, çekicekler, ayakkabı rafları, askıları.. Düşünün basit bir ayakkabı nerelere kadar uzanıyor. Bir de isteklerin çeşitlendiğini düşünelim: “..aman, fırçası at kılından olsun!…” , “..unutma, timsah derisi olmalı, topukları da metal istiyorum haa!..”
Üstüne üstlük, şimdilerde akıllısı da çıkıyor bunların. Olur da yanlış yola saparsanız, akıllı ayakkabınız titreşim yaparak sizi uyarıyor. Ayrıca, yaktığınız kalori miktarını ve attığınız adımları da hesaplıyor. İyi mi? Nereden nereye! Önünde sonunda bir ayakkabı ama!
Amerikalı düşünür Henry David Thoreau, ayakkabının bu öyküsünü hiç bir zaman bilemedi. Ama eğer bilseydi, “doğal kaynakların şuursuzca sermayeleştirilmesi” derdi. Hem de daha fabrikalar bile yokken. İki yüz yıl öncesinden. Ardından da şunu sorgulardı: “ Ayakkabı macerası, birilerine para kazandırmıştır muhakkak. Ama, gerçek hayattan neleri alıp götürdü acaba? Ve insanlığa neler kaybettirdi? “ Şimdi soruyorsunuzdur sanırım. Ayakkabının ne zararı olabilir ki? Ne kaybettirebilir ki?…
Bir bilseniz! Çıplak ayakla dolaşırdınız.
>> Devamı gelecek
Sonraki yazı :