Hisardaki fenerin oradan denize açılmayı aklımıza koymuştuk. Ve bunu da yapacaktık. Ama bu çocuksu inat, fenere gidene kadarki hayatımızı ötelemek anlamına da gelemezdi. Biz yolda da yaşardık. Zaten biz, yolda macera arayan çocuklardandık. Yolda ilerlerken, macera yakalardık. Planımız programımız olmazdı. Eğer karşımıza bize heyecan verecek yeni fırsatlar çıkarsa bunları asla gözardı etmezdik. Tabii ki fener hedefimizi de asla unutmadan. Hayat da bu değil mi? “Hedefsiz kalma; Ama hedefin de kölesi olma!”
Okumaya devam et –>
Bize macera sunan fırsatlardan biri de, akıntıya karşı ilerleyip akıntıyı geçmeye çalışan yorgun takalardı. Rastlarsak tabii ki. Takaları bilir misiniz?… Bülent Ecevit bu takaları şöyle resmetmişti şiirinde, “Takalar geçiyor allı yeşilli, Takalar geçiyor dümenleri lazlı…” Bu takalar tıkabasa kum çuvalları ile dolu olurdu. Sanırım kuruçeşmeden aldıkları yükü, karşı kıyılarda bir yerlere taşırlardı. Akıntıyı zorlukla yenerlerdi. Uflaya puflaya ilerlerlerdi. Öyle ki, bazan gidiyorlar mı duruyorlar mı anlayamazdık. Tepelerinde daima bir martı sürüsü süzülürdü. Orta boy teknelerdi. Hepsinin özenle seçilmiş isimleri olurdu. Sahibinin duygularını resmeden, elle yazılmış isimler. Hepsi bir Türk bayrağı taşırdı muhakkak. Ya teknenin arka tarafında ya da küçük kaptan köşkünün camının yakınlarında biryerlerde. Gösteriş olsun diye değil! Toprağına olan bağlılığı yüreğinde hissettiği için. Toprağına emek vermeye hazır olduğu için. Bülent Ecevit ‘in deyişiyle “Takalar geçiyor yükle yürekle, takalar geçiyor emekle dolu. “. İçlerinde iki ya da üç kişi olurdu. Zaten daha fazlasına yer yoktu. İki taraflarında, yanlarda, arabaların eskimiş dış lastikleri asılıydı . Iki üç tane. Kıyıya yanaşırken, yorgun ahşap gövdeler zarar görmesinler diye.
Takalar akıntıburnu hizasına gelince bir süre kıyıya yakın olarak giderlerdi. Hem şiddetli akıntıyla aşağılara sürüklenmemek için, hem de ters akıntıdan faydalanmak amacıyla. Belirli bir noktaya kadar böyle kıyıdan kıyıdan giderler, sonra birdenbire, keskin bir manevrayla karşı kıyıya dümen kırarlardı. İşte bizim için fırsat tam da bu aralıktaydı. Yakaladık yakaladık. Yoksa kaçarlardı. Ne mi yapardık? Takayı görünce, kıyıdan hızla koşardık. Taka yönünde. Takayla yarışır gibi. Takayı geçerdik. İlerisine giderdik. Sonra denize uzun bir atlayış yapar, akıntıyla birlikte takaya doğru yüzerdik. Amaç, denizde takayla buluşmaktı. Buluşmak ve yanda asılı duran araba lastiklerine asılmak. Oyun tabii ki! Ama bu hiç de öyle kolay bir oyun değildi!.
Önce, kıyıdayken, gözümüze bir lastik kestirirdik. Ardından da, sudayken, lastiklere yaklaşma anını çok iyi zamanlamak gerekiyordu. Biraz hızlı yüzersek takanın burnuna çarpıp altına girerdik. Yavaş yüzecek olsak, bu sefer de lastikleri kaçırırdık. Bunun çoğu zaman, durgun olmayan çalkantılı bir denizde ve akıntılı bir suda yapıldığını düşünün. Evet hiç de kolay değildi.
Denize atlar, gözümü takanın burnuna dikerdim. Akıntı beni hızla buruna doğru sürüklerdi. Ben de yay çizerek takaya yaklaşırdım. Kendimi lastiğe hizalardım. Ve tam lastik hizasına yaklaşınca, ayaklarımla makas yaparak yani suyu iterek yükselirdim. Aynı anda kolumu uzatır yuvarlak lasiği yakalardım. Tabii yakalayamadığımız zamanlar da olurdu. O zaman, eğer varsa, sıradaki lastiklerden birini yakalama şansımız olabilirdi. Ama bu ilk denemeden çok daha zor olurdu. Diğer bir şans ise, sıradaki lastiklere önceden asılmış birisi varsa, onun bacaklarına tutunmaktı. Bu daha kolaydı. Ama, eğer asılacak başka bir lastik kalmamışsa, bu uzun süre devam edemezdi. Bırakırdık. Sonrası kıyıya dönebilmekti. Ayrı bir hikaye.
Asılacak takalar yok artık. Çok uzun zamandır görünmüyorlar. Takaların yerini tekneler aldı. Üç beş kişilik takalar kayboldu. Altıyüz kişilik tekneler geldi. İki üç katlı. Kırk elli metre boyunda. Beş yıldızlı otel dekorasyonu. Puflara yayılıp ziyafet çekenler. Müzik gürültüsü altında hoplayıp zıplayanlar. Bir mücadele yok tabiatla. Mücadele müziğin gürültüsüyle. Bir insan serası sanki. Denizin ortasında bir otel salonu mu deseydim? O zaman burada işin ne? Otele gitsene!
Gazete kağıdına sarılmış zeytin, peynir, domates ve sıcak bir ekmek yetmiyor bu teknelerde. Alın terini elinin tersiyle silen emekçi de yok orada. Bir bakın! Ne görüyorsunuz? Biryantinli saçlar, derin makyaj, ipek giysiler, smokinler, ince topuklu ayakkabılar… Neredeler sanırsınız? Çırpınan bir denizin ortasındalar der misiniz? Dalgalarla batıp çıkmıyorlar. Sıçrayan deniz suyu değmiyor tenlerine. Rüzgarın uğultusu girmiyor kulaklarından, yosun kokularını hissedemiyorlar. Hangisi boğaz sefası? Kim hayatın hakkını veriyor dersiniz? Dümenleri lazlı takalar mı, yoksa salonları sazlı tekneler mi?
Hayatın basit sırlarından biri de bu. “Bulunduğun yerin, yaşadığın zamanın hakkını vermek”. Eğer tabiatın içindeysen, ikamet ettiğin yer tabiat olmalı. Meskenin sadece manzara olmalı. Gördüklerini kendinin kılmalısın. Onu hissetmelisin. Tabiatı. Tadına varmalısın. Onu yavaş yavaş ele geçirip mekanın kılmalısın. Onun parçası olmalısın. Ne sanmıştın? Sen tabiat olmalısın. İşte o zaman verirsin tabiatın hakkını.
Kim veriyor tabiatın hakkını? Takalar mı, tekneler mi?
>>Devamı gelecek
Önceki yazı : Büyük Akıntı 10 – Mağaralar
Sonraki yazı : Büyük Akıntı 12- Resim
Amma yaramaz ve macera düşkünü bir çocukmuşsunuz. Akşam sağ salim eve gelene kadar anneniz kimbilir ne heyecanlar geçirmiştir. Ama yazı inanılmaz güzel, Boğaz gözümün önünde.
BeğenBeğen
O zamanlar , her çocuk böyleydi bizim orada. Oyuncak yoktu, oyun yaratırdık. Annem herhalde heyecanlanmıştır zaman zaman. Ama, herkes herkese sahip çıktığından, yine de gönlü rahat kalmıştır sanırım. Tüm bunlar , bugünkülere masal gelir…
BeğenBeğen