Aynalara ilk girdiğim günü hatırlıyorum. Birkaç arkadaş, akıntıburnunun ilerilerinden, yukarısından denize atlamıştık. Kıyıya yakın olarak, akıntının sürüklemesiyle birlikte yüzüyorduk. Önümüzde aynalar oluşmuştu. Bizi kucaklayan suyun itişleriyle aynaların bulunduğu yere doğru yaklaşıyorduk. Aynalardan sıyrılmak da mümkündü. Bir kaç kulaç atmak yetecekti. Ama hep de bu kadar kolaydır sanmayın. Özellikle sert havalarda ayrı bir maharet gerektirirdi aynalardan kurtulmak. Deniz bu! Ne yapacağı belli mi olur?
Okumaya devam et ->
Denizle ne zaman mücadele etsem, Kübalı ihtiyar balıkçı Santiago’yu hatırlarım. Çocukluk kahramanım. Akıntıburnunun kabaran dalgalarına baktığımda onu görürüm. Dev bir yelken balığı ile yaptığı mücadele gelir gözümün önüne. Özellikle de akşamları. Karanlıkta. Denizde beyaz köpükler. Havada rüzgarla oynaşan beyaz martılar. Bu resmin içine yerleştiririm zihnimde, ihtiyar balıkçının mücadelesini. Çok da yakışır bence akıntıburnuna.
O gün aynaya girmek geldi içimden. Bu biraz da içgüdüsel. Bir dürtü. Nedenini sormayın bilemem. Merak herhalde! Kendimi bıraktım suyun seyrine. O beni aynalara doğru götürüyordu zaten. Zorlamadan. Sakince. Suyun seviyesinden bakınca, sanki ben duruyordum da, karşı kıyı hareket ediyordu. Seçebiliyordum. Binaları, ağaçları, arabaları, insanları ve herşeyi. Hep birlikte hareket ediyorlardı. Sanki birisi, büyük bir manzara tablosunu taşıyordu biryerden başka bir yere. Sonradan buna, “izafiyet” dendiğini öğrendim. Ancak , ben böyle dalıp gitmişken, aynaları hemen yanıbaşımda görüverince anladım ki hareket eden bendim. Farkına bile varamadan, aynaların yanıbaşındaydım; Ve işte içindeydim.
İlk hissettiğim suyun soğukluğu oldu. Akıntı suyu soğuktur zaten; Ama ayna içinde su daha da soğuktu. Ürperdim. İkinci his ise durma duygusu oldu. Aynaya girince , akıntıyla sürüklenme durmuş gibi geldi. Sanki frene basılmıştı. Sonradan farkettim; Aslında, aynanın içi durgundu ama, ayna da, akıntının içinde akıntıyla birlikte ilerliyordu. En ürkütücü olan duyguyu ise en son hissettim. Suyun diplerinden gelen bir güç beni suyun içine doğru çekiyordu. Önce parmak uçlarımdan, ayaklarımdan yakaladı.Sonra da bacaklarımı sarmalayıp yukarılara doğru süzüldü. Sanki bir burgu gibi dönerekten. Yavaş yavaş ama güçlü bir şekilde, tüm vücudumu kavradı. Boynuma kadar. Ve beni aşağı doğru çektiği hissine kapıldım. İşte tam o noktada gözlerimin önüne “Kaptan Ahab” geldi. Bir diğer çocukluk kahramanım. Tahta bacaklı Kaptan Ahab. Kendi zıpkınının ipleriyle beyaz balinanın sırtına dolanmış, balinanın her dalışıyla, suyun derinliklerine çekilen kaptan Ahab.
Büyüklerden duymamış olsaydım, yapacağım en mantıklı hareket, doğal bir tepki olarak, çırpınıp kulaç atarak, aynadan çıkmaya çalışmak olurdu. Korku yani. Yaşama içgüdüsü biraz da. Ama biliyordum ki, bu panik yaratırdı. Çırpındıkça batma duygusu kaplıyordu insanı. Akıntının ortasındaki bir su bataklığı gibi. Yapılması gereken soğukkanlı bir şekilde durmak ve beklemekti. “Bakalım, ne olacak!” O zaman, siz aynadan çıkmıyordunuz. Ama , ayna sizi terkediyordu.
Zaten, bu hep böyledir. Eğer merak korkunun üstesinden gelmişse, bırakırsınız kendinizi akışın seyrine. Direnmezsiniz. Acaba şimdi ne olacak diye beklersiniz. Zihniniz tam uyanık…. İşte tam da o anda, anladım ki merakım korkuyu yenmişti.
Tuhaftır. Merakın olduğu her yerde , örtülü de olsa bir korku da vardır. Yok mudur?
Bu korku çok açık olarak kendini göstermeyebilir. İlk anda hissedemeyebiliriz. Başlangıçta yalnız dolaşır “merak”, tek başına. Ama, merak ettiğinize ulaşamadıkça, korku sürgün verir yavaştan. Ve sinsi bir sis gibi kaplar içinizi. Adım adım işgal eder zihninizi. Ve sonrasında ruhunuzu. Direneceksin. Korkunun üstüne gideceksin. Korkuyu yenmenin tek silahı meraktır. Çünkü her ikisi de aynı kaynaktan beslenir: Belirsizlikten, bilinmezlikten.
Eğer tabiatın içinde iseniz merakınız hep canlı olmalı. Baskın olmalı. Hiç arkada kalmamalı. Merak, aslında, her tür mücadelenin en temel kaynağı. Eğer merak varsa , ve merakı sürdürebiliyorsanız, hiçbir mücadelede geri adım atmazsınız. Çünkü “merak umuttur”
Deniz. Tabiatın en gizemli merak alanıdır. Ben öyle tanıdım. Mücadele arenasıdır. Kıvrak. Ne yapacağı belli olmayan. Birdenbire coşan, kabaran. Ve sonra aniden duruluveren. Renkten renge giren. Şekilden şekile.Hiçbir zaman aynı olmayan, aynı kalmayan. Tabiatla mücadelenin en mükemmeli orada olur. Denizde.
Ernest Hemigway‘ in ihtiyar balıkçısı gibi Hermen Melville’ in Kaptan Ahab’ ı da denizlerde yaşamışlardı destansı öykülerini.
Kübalı ihtiyar balıkçı Santiagonun mücadelesinde de bir merak vardı şüphesiz. Dev bir yelken balığı ile yaptığı mücadele. Geceli gündüzlü beş gün süren. Kazanma umudunun hep canlı tutulduğu. Ama, kazanıp kazanılmayacağı bilinmeyen, sonucu merak edilen bir mücadele. Eve eli boş dönmenin korkusuyla ateşlenen bir hırs. Bir var olma, bir var kalma hırsı.
Ya tahta bacaklı kaptan Ahab’ın, beyaz balina Moby Dick ile yaptığı kovalamaca. Kaptanın balinaya kaptırdığı ayağının rövanşı olan mücadele. İntikam mücadelesi. Beyaz balinayı bulup bulamama merakı peşinde geçen günler ve günler. Beyaz balina efsanesinin korkusuyla sürüklenen bir gemi dolusu tayfa.
Fransız asker ve devlet adamı Napolyon Bonapart, “ insanı yükselten iki şey vardır: korku ve merak ” der. Sanırım her iki duygu da bir aradayken olmalı bu. Birbirlerinden beslenirken yani. Korku merakı diri tutacaktır. Merak ise korkuyu yönlendirecektir. Merakı tek başına bırakabiliriz sanırım. O kendi kendini besleyebilir. Uzaklara taşır bizi. Derinlere. Ama ya korku! O asla tek başına kalmamalı. Bizi teslim alır adım adım. Tıpkı aynanın diplerinden gelen tüm vucudu sarmalayan o sinsi güç gibi. Platon “ korku köleliktir” der. Evet. Tek başınaysa; Yanında merak yoksa. Goethe “ Korkulacak tek şey korkunun kendisidir” der. Evet. Eğer yalnız bırakılırsa. Başıboş.
Arnavutköyün akıntıları, akıntıburnunun aynaları. Hayatın dalgalı yollarında ilerlerken, yokuşları inip çıkarken, birşeylerden kaçıp birşeyleri kovalarken…Ancak, o zaman farkedebildim , onların bana vermiş oldukları dersleri; Ve bu derslerin önemini. Kimin korkuları olmaz ki bu hayatta? Aynalardan öğrenmiştim; Korkularımı hiçbir zaman yalnız bırakmadım. Sorular sorarak, merakımı çağırdım her korku anlarında.
Çocukluğumda biriktirdiğim bu doğal ve önyargısız deneyimler sonraki yıllarda, hayatımın herbir aşamasında bana yol gösterdi. Ne zaman zorda kalsam, ne zaman karar almakta zorlansam, tabiatın içinden bir örnek, bir eş model aradım. Tabiat benim yerimde olsa ne yapardı diye sordum kendime. Ya da tabiat böyle bir durumda ne yapmıştı diye gözlemledim. Böyle yapa yapa, nihayetinde anladım ki ben tabiatın dışında değildim. Karşısında hiç değildim. Ben de onun küçük bir parçasıydım. Bunu hiç unutmadım.
Tabiat benim öğretmenim. Tek farkla ki, o, önce sınav yapıyor; Sonra öğretiyor. O da, eğer sınava girersen. Yani öğrenmek istersen.
>> Devamı gelecek
Önceki yazı : Büyük Akıntı 5 – Köpük
İzleyen yazı : Büyük Akıntı 7 – Bre Zavallı İnsan!